Benim parmaklarım o kapı kolunu yıllar önce kavradı ve o
kapıdan geçmek zorunda kalmadığım günler de aslında çok az sayıdaydı. Yine de,
kaç kez o kapıdan geçerseniz geçin, elleriniz, onları uzatmadan çok daha önce
bile titriyor olacak. Çünkü bu kapı, sizi yalnızca düşüncelerinize götürmüyor.
Kendinize götürüyor. Bir köşede ellerini dizlerine sarmış olan kendinize.
Elinizi aslında kendinize uzatıyorsunuz.
Ben o kötü durumdan kurtulmak için yazıyla sesleniyorum
kendime. Çünkü yazının sesini kullanmaya karar verip yazmaya başladığımda şunu
fark ediyorum ki yazarak ilk başta hastalığımı teşhis etme şansı buluyorum.
Anlaşılmak için yazmayız,
anlamak için yazarız.
- C.S Lewis
Yazmadan önce kafamdakilerin hepsi belli belirsiz düşünceler oluyorlar. Olur da aralarından birkaçını yakalarsam da, geçici düşünceler bunlar,
diyorum kendi kendime. Fakat yazmaya başladığımda, aslında o düşüncelerin hiç
de geçici olmadığını, beni uzun bir süredir zehirlediğini fark ediyorum. Öyle
olmasaydı kâğıda kendimle ilgili, “Sen zayıfsın.” “Sen tembelsin.” “Sen korkaksın.”
“Kimse senin yanında değil, olmayacak da. Hep yalnız kalacaksın.” gibi şeyler
yazmazdım.
Kimse kendisiyle ilgili böyle şeyler yazmamalı. Doğru. Çünkü
yazı öyle büyülü bir şey ki düşünce hâlindeyken bizi o kadar da yaralamayan cümleler
kâğıda geçince bambaşka bir gerçeklik kazanıyor. Yazarak bu düşünceleri
gerçekliğin bir parçası hâline getiriyoruz. Kafamızın içindeyken, “Geçer ya…”
dediğimiz şeyler kâğıda dökülünce bir anda katı gerçekler oluveriyor. Ve
yazdıktan sonra karalamanın da bir faydası yok, o yazı hâlâ orada çünkü. O his
hâlâ orada. Hatta şöyle söyleyeyim, bir yazıyı karaladığınızda altındaki
yazının hâlâ okunabilir olduğunu fark edersiniz. O yüzden bir yazıyı okunamayacak
hâle getirmenin en iyi yolu üstüne yeni bir şeyler yazmaktır. Bu durumda, yeni
şeyler düşünmek, yeni şeyler söylemek…
Kendini sürekli yazmaya teşvik eden biri olarak artık çok
çabuk fark ediyorum bu kötü düşünceleri. Ve onları karalasam dahi gitmeyecek
bir yazıya dönüştürmektense, o an tam olarak öyle hissetmesem bile olabilecek
en güzel halleriyle aktarıyorum kâğıda. İlla bir şeyleri katı gerçeklik haline
getireceksem bu, güzellikler olsun diye uğraşıyorum. Bir nevi kafamın içindeki
şeytanla dalga geçiyorum. O ne söylüyorsa aksini yazıyorum. Artık kâğıtta, “Sen güçlüsün.” yazıyor
mesela. Ki asla bu cümleyi, “Sen zayıf değilsin.” olarak yazmıyorum. Çünkü
zihin bu ya, zaten seninle dalga geçmeye hazır, hemen kapıyor o zayıf
kelimesini. Onun yerine tamamen olumlu hâlini kullanıyorum. “Korkak değilim.”
diye savunmaya geçmek yerine, “Ben cesurum.” yazıyorum mesela. Çünkü biliyorum
ki bu düşüncelerden kurtulmak için onlara savaş açmam lazım ve bunu hep
kalkanımı kullanarak yapamam. Kılıcımı da kullanmalıyım, kalemimi yani.
Söz konusu düşünceleri kâğıda yazmak olunca uyguladığım bir yöntem
daha var. O da, kendime, kendi hikâyemi anlatmak. Hani korku filmlerinde klasik
sahneler vardır, “Oraya gitme!” diye bağırdığımız. Ben yazarken kendimi, oraya
gitme, diyen bu sesin yerine koyuyorum. İlk önce anlatıyorum, sorun ne, neler
oluyor… Bittiğinde kâğıdı yeniden okuyorum. Sanki bir romanı okurmuş, bir filmi
izlermiş gibi… Ve yazarken sahip olduğum duygulardan arınıp kendime tavsiyeler
vermeye başlıyorum. Çünkü ben artık tanrısal bir gözle okuyorum onu. Bunu
seçersen şu olacak, diyebiliyorum kendime rahatlıkla. Bir roman karakteri
olsaydım, kendim için bunu seçerdim, yapılmasını heyecanla savunduğum seçim bu
olurdu. Dolayısıyla artık gerçekleri net bir şekilde gördüğümde anlıyorum neyin
yapılmasının gerektiğini. Bana bu konuda en çok yardımcı olan da düşüncelerimi
gerçeğe döküp elime somut bir şeyler verdiği için yine yazı oluyor. Bana daha
önce görmediğim bir yolu gösteriyor.
Yazmak sadece günlük fikriyle de yardımcı olmuyor bana. Ben
roman yazıyorum, kısa hikâye yazıyorum. Ve her ne kadar psikologlar buna
şizofreni diyebilecek olsalar da, yarattığım onca yüz sayesinde asla yalnız
hissetmiyorum. Yanımda kimse yokmuş gibi hissettiğim anlar bir bakıyorum,
kocaman bir ordu var ve hemen yanı başımdalar. “Biz buradayız.” diyorlar tüm
gerçeklikleriyle. Zaten bu kadar gerçek olmasalardı hikâyelerini anlatırken
acılarına ağlamaz ve şakalarına gülmezdim. Roman yazıyor olmak, en çok da bu
yüzden beni iyileştiren yanlardan biri. Asla yalnız hissetmedim.
Üstelik roman bana tutacak bir sürü elden fazlasını da verdi.
En başta düşüncelerimin içinde boğulmaktan kurtarmıştı beni. Zihne, kendi yıkıcı
düşüncelerinden başka uğraşacak bir şey vermek bu çünkü. Ve yepyeni, büyüleyici
bir dünyaya girdiğinizi ve bunu tamamen kendi ellerinizle yarattığınızı da
düşününce, uğraşacak, uğraşırken gülümseyecek çok fazla şeyiniz oluyor. Ve
özellikle de yeni bir şeyler yarattığınız için değerli hissediyorsunuz
kendinizi. Tüm o dışlanmışlık hissi geride kalıyor. Sonunda bir yere
aitmişsiniz gibi geliyor. Bir işe yarıyormuşsunuz gibi. Ve bütün bunlar
birleştiğinde, yaralarınızın yavaş yavaş kapandığını görüyorsunuz. Mucizevi bir
şekilde eskisinden daha iyi olduğunuzu, daha güçlü olduğunuzu görüyorsunuz.
Çünkü artık biliyorsunuz. Şeytanlarınızla nasıl dalga geçeceğinizi, kendinizi
nasıl o yüce bilge konumuna koyacağınızı, nasıl asla yalnız olmadığınızı ve
olmayacağınızı… Hepsini biliyorsunuz. Ve bütün bunları yapabilmek için de
sadece yazıyor ve durmadan yazıyorsunuz. Bütün sihri gerçekleştirmek için de bu
fazlasıyla yeterli.
x
Yazmak. Belkide içimizdekileri dokmek
YanıtlaSil