6 Eylül 2018 Perşembe

İYİLEŞMEK İÇİN YAZ: DEPRESYON





Yazı, bize binlerce yıl boyunca farklı medeniyetlerin, farklı dünyaların kapısını açmıştır. Önümüze tarihi sermiş, onca bilge insanın yolumuzu aydınlatmasına olanak sağlamıştır. Fakat yazı sadece geçmişi anlatmaz, açtığı tek kapı da yalnızca farklı medeniyetlerin kapısı değildir. Yazı, geleceğin şarkısını da söyleyebilir, eğer sesinizi bulmaktan korkmazsınız ve aynı zamanda zihninize açılan bir kapı da olabilir yazı, eğer parmaklarınız kapının kolunu kavrayacak kadar cesursa.



Benim parmaklarım o kapı kolunu yıllar önce kavradı ve o kapıdan geçmek zorunda kalmadığım günler de aslında çok az sayıdaydı. Yine de, kaç kez o kapıdan geçerseniz geçin, elleriniz, onları uzatmadan çok daha önce bile titriyor olacak. Çünkü bu kapı, sizi yalnızca düşüncelerinize götürmüyor. Kendinize götürüyor. Bir köşede ellerini dizlerine sarmış olan kendinize. Elinizi aslında kendinize uzatıyorsunuz.

Ben o kötü durumdan kurtulmak için yazıyla sesleniyorum kendime. Çünkü yazının sesini kullanmaya karar verip yazmaya başladığımda şunu fark ediyorum ki yazarak ilk başta hastalığımı teşhis etme şansı buluyorum.


Anlaşılmak için yazmayız,

anlamak için yazarız.
- C.S Lewis


Yazmadan önce kafamdakilerin hepsi belli belirsiz düşünceler oluyorlar. Olur da aralarından birkaçını yakalarsam da, geçici düşünceler bunlar, diyorum kendi kendime. Fakat yazmaya başladığımda, aslında o düşüncelerin hiç de geçici olmadığını, beni uzun bir süredir zehirlediğini fark ediyorum. Öyle olmasaydı kâğıda kendimle ilgili, “Sen zayıfsın.” “Sen tembelsin.” “Sen korkaksın.” “Kimse senin yanında değil, olmayacak da. Hep yalnız kalacaksın.” gibi şeyler yazmazdım.

Kimse kendisiyle ilgili böyle şeyler yazmamalı. Doğru. Çünkü yazı öyle büyülü bir şey ki düşünce hâlindeyken bizi o kadar da yaralamayan cümleler kâğıda geçince bambaşka bir gerçeklik kazanıyor. Yazarak bu düşünceleri gerçekliğin bir parçası hâline getiriyoruz. Kafamızın içindeyken, “Geçer ya…” dediğimiz şeyler kâğıda dökülünce bir anda katı gerçekler oluveriyor. Ve yazdıktan sonra karalamanın da bir faydası yok, o yazı hâlâ orada çünkü. O his hâlâ orada. Hatta şöyle söyleyeyim, bir yazıyı karaladığınızda altındaki yazının hâlâ okunabilir olduğunu fark edersiniz. O yüzden bir yazıyı okunamayacak hâle getirmenin en iyi yolu üstüne yeni bir şeyler yazmaktır. Bu durumda, yeni şeyler düşünmek, yeni şeyler söylemek…

Kendini sürekli yazmaya teşvik eden biri olarak artık çok çabuk fark ediyorum bu kötü düşünceleri. Ve onları karalasam dahi gitmeyecek bir yazıya dönüştürmektense, o an tam olarak öyle hissetmesem bile olabilecek en güzel halleriyle aktarıyorum kâğıda. İlla bir şeyleri katı gerçeklik haline getireceksem bu, güzellikler olsun diye uğraşıyorum. Bir nevi kafamın içindeki şeytanla dalga geçiyorum. O ne söylüyorsa aksini yazıyorum.  Artık kâğıtta, “Sen güçlüsün.” yazıyor mesela. Ki asla bu cümleyi, “Sen zayıf değilsin.” olarak yazmıyorum. Çünkü zihin bu ya, zaten seninle dalga geçmeye hazır, hemen kapıyor o zayıf kelimesini. Onun yerine tamamen olumlu hâlini kullanıyorum. “Korkak değilim.” diye savunmaya geçmek yerine, “Ben cesurum.” yazıyorum mesela. Çünkü biliyorum ki bu düşüncelerden kurtulmak için onlara savaş açmam lazım ve bunu hep kalkanımı kullanarak yapamam. Kılıcımı da kullanmalıyım, kalemimi yani.

Söz konusu düşünceleri kâğıda yazmak olunca uyguladığım bir yöntem daha var. O da, kendime, kendi hikâyemi anlatmak. Hani korku filmlerinde klasik sahneler vardır, “Oraya gitme!” diye bağırdığımız. Ben yazarken kendimi, oraya gitme, diyen bu sesin yerine koyuyorum. İlk önce anlatıyorum, sorun ne, neler oluyor… Bittiğinde kâğıdı yeniden okuyorum. Sanki bir romanı okurmuş, bir filmi izlermiş gibi… Ve yazarken sahip olduğum duygulardan arınıp kendime tavsiyeler vermeye başlıyorum. Çünkü ben artık tanrısal bir gözle okuyorum onu. Bunu seçersen şu olacak, diyebiliyorum kendime rahatlıkla. Bir roman karakteri olsaydım, kendim için bunu seçerdim, yapılmasını heyecanla savunduğum seçim bu olurdu. Dolayısıyla artık gerçekleri net bir şekilde gördüğümde anlıyorum neyin yapılmasının gerektiğini. Bana bu konuda en çok yardımcı olan da düşüncelerimi gerçeğe döküp elime somut bir şeyler verdiği için yine yazı oluyor. Bana daha önce görmediğim bir yolu gösteriyor.

Yazmak sadece günlük fikriyle de yardımcı olmuyor bana. Ben roman yazıyorum, kısa hikâye yazıyorum. Ve her ne kadar psikologlar buna şizofreni diyebilecek olsalar da, yarattığım onca yüz sayesinde asla yalnız hissetmiyorum. Yanımda kimse yokmuş gibi hissettiğim anlar bir bakıyorum, kocaman bir ordu var ve hemen yanı başımdalar. “Biz buradayız.” diyorlar tüm gerçeklikleriyle. Zaten bu kadar gerçek olmasalardı hikâyelerini anlatırken acılarına ağlamaz ve şakalarına gülmezdim. Roman yazıyor olmak, en çok da bu yüzden beni iyileştiren yanlardan biri. Asla yalnız hissetmedim. 

Üstelik roman bana tutacak bir sürü elden fazlasını da verdi. En başta düşüncelerimin içinde boğulmaktan kurtarmıştı beni. Zihne, kendi yıkıcı düşüncelerinden başka uğraşacak bir şey vermek bu çünkü. Ve yepyeni, büyüleyici bir dünyaya girdiğinizi ve bunu tamamen kendi ellerinizle yarattığınızı da düşününce, uğraşacak, uğraşırken gülümseyecek çok fazla şeyiniz oluyor. Ve özellikle de yeni bir şeyler yarattığınız için değerli hissediyorsunuz kendinizi. Tüm o dışlanmışlık hissi geride kalıyor. Sonunda bir yere aitmişsiniz gibi geliyor. Bir işe yarıyormuşsunuz gibi. Ve bütün bunlar birleştiğinde, yaralarınızın yavaş yavaş kapandığını görüyorsunuz. Mucizevi bir şekilde eskisinden daha iyi olduğunuzu, daha güçlü olduğunuzu görüyorsunuz. Çünkü artık biliyorsunuz. Şeytanlarınızla nasıl dalga geçeceğinizi, kendinizi nasıl o yüce bilge konumuna koyacağınızı, nasıl asla yalnız olmadığınızı ve olmayacağınızı… Hepsini biliyorsunuz. Ve bütün bunları yapabilmek için de sadece yazıyor ve durmadan yazıyorsunuz. Bütün sihri gerçekleştirmek için de bu fazlasıyla yeterli.






           



x

1 yorum: