21 Ağustos 2016 Pazar

AYDAKİ İLK ADIMLAR | KISA HİKÂYE



(İlk kısa hikâyem olan Aydaki İlk Adımlar bana aittir ve iznim olmadan hiçbir yerde kullanılamaz.)


Ruhunun kırıklarını ölü bakışlarının altına süpüren kadına.


Korku, güçlü bir duyguydu. Özellikle de oturduğunuz soğuk bank bir hastanenin bahçesindeyse ve eski bir arkadaşınızın ölüme karşı verdiği savaş belirsizliğini koruyorsa.

Rüzgâr yüzüme, tenime dokundu; geride titreyen küçük bir kız çocuğu bıraktı. Kalemi tutan ellerim soğuktan kızarmıştı ama dizlerime koyduğum resmin üstünde çalışmaya, resimdeki adamın alnına düşmüş saçlarına gölgeler vermeye devam ettim. Gökyüzü, soluk bir mavi rengindeydi. Uzaktan gelen konuşmalar fısıltılar hâlinde zihnime doluyor, oradan mideme düşüp içimdeki boşluğu besliyordu. Büyük bahçede bir tek çocuk, bir tek gülüş sesi yoktu. Uğuldayan ağaçlar, kararmaya başlayan bulutlar ve etrafımdaki her şey sanki şimdiden onun için yas tutmaya başlamış gibiydi.

Önümden siyah, uzun trençkotlu, hastane önlüklü bir adam geçti. Geride bıraktığı hastane kokusu ise düşüncelerimi daha da ağırlaştırıp omuzlarıma yük eklemekten başka bir şey yapmamıştı. Onu kaybedecek miydim? Daha onu hiç kazanmamışken benden alınacak mıydı?

“Merhaba,” 

Sese döndüğümde biraz önceki hastane önlüklü adamın yanıma oturduğunu fark ettim. Ceketinin önü açıktı. Başını hafifçe eğmiş, bana bakıyordu. Otuzlu yaşlarının başında, esmer bir adamdı ve kemikli yüzünde en az üç günlük gözüken sakalları vardı. Aramızdaki boşlukta olan eli, bir şeyin üstünde duruyormuş gibi havada duruyordu. Parmaklarının hafifçe içeri bükülmüş olması kaşlarımı çatmama sebep oldu.

“Merhaba,” dedim çekinerek. Hafifçe gülümsemeye çalıştım. Hemen ardından önüme dönmüş, çizim yaptığım kâğıdı sırt çantamdaki dosyanın içine koymuştum. Ceplerimdeki elimi ısıtmak için içeri girmememin bir sebebi vardı. İçeride durmaya dayanamıyordum. 

Enes benim ilkokuldan tanıdığım çok eski bir arkadaşımdı ve aslında arkadaştan da öteydi benim için. On dokuz yaşına gelmiş olmama rağmen bunu ona hiç söylememiştim ve aslında bu şehirden taşınalı da yıllar oluyordu. Kaza yaptığı haberi iletişimi kesmediğim arkadaşlar sayesinde çok çabuk bana ulaşmıştı ve ben de yıllar önce bıraktığım bu şehre birkaç günlüğüne geri dönmüştüm. Tutkusu olan motosiklet şimdi ölümü oluyordu. Ben de burada ölümüne seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyordum. Onu sadece bir camın ardından görmeme izin vermişlerdi.

İstemsiz olarak yanımda oturan adama döndüğümde, havada duran elinin bu sefer hareket ettiğini, neredeyse havayı okşadığını fark ettim. Kaşlarım daha derinden çatılırken, eline baktığımı fark eden adam, “Bu, Güneş,” dedi. “Adını sarı tüylerinden alıyor. Biliyorum pek yaratıcı değil ama adını oğlum koymuştu. Kendisi çok zeki bir köpektir.” Dudaklarında görünüp kaybolan buruk gülümseme bütün sorularımı geriye attı. 

Zihnimde golden cinsi bir köpek yaratarak boş ellerinin altına yerleştirdim ve bunu yaparken hiç zorlanmamış olmam beni şaşırttı. “Aynı zamanda çok tatlı bir köpek.” dedim. Elimi uzatarak sevmek istedim ama adam elimi yumuşakça kavrayarak ve sanki biraz da kırgın bir bakışla doğru olduğunu düşündüğü ayarda elimi doğru yere koymamda yardımcı oldu. 

“Bu şekilde sevebilirsin,” Gülümseyip, köpeğin başının olması gereken yere baktı. Baktığı yerde boş bir bank vardı. Uzaktan bizi izleyen birinin ne düşündüğü merak ettim. Adama yeniden bakma ihtiyacıyla kafamı kaldırdığım sırada kaşları çatılmıştı. “Gözlerin…” dedi biraz daha yaklaşıp dikkatle bakarak. “Gerçekten gözlerinde iki ayrı renk mi var yoksa ben yanlış mı görüyorum?”

“Ah,” diye mırıldandım, hatırlayıp biraz geri çekilerek. “Buna heterokromi diyorlar; iki gözde de farklı rengin olması durumu. Pigment eksikliğinden ya da fazlalığından kaynaklanan bir şey. Benimki sektörel heterokromi olarak geçiyor ama, tamamen farklı renkte değiller.” Parmağımla sağ gözümü işaret ettim. Köpeği seven sol elim de dizlerime doğru çekilmişti. “Bunda neredeyse yarısı kahverengi, diğeri ise tamamen mavi, görüyor musun?”

“İlginç,” diye mırıldandı. Kaşları çatılmış, gözleri kısılmıştı ama şaşkınlıkla gülümsüyordu. “Daha önce gözü oyulmuş adamlar görmüştüm ama böyle bir şeyi hiç görmemiştim.”

Bu cümle sessizce mırıldanmama sebep oldu. Bu korkunç bir düşünceydi. Böyle bir şeyi görmek istemezdim. Küçükken sınıfımızda tırnağı kalkmış bir kız vardı. Sıra sıra gezip tırnağını kaldırır ve altındaki eti bize gösterdi ve bu bile içimi ürpertiyle kaplarken, gerçekten gözü oyulmuş bir adam görmemin bende yaratacağı etkiyi tahmin edemiyordum.

“Korkuttum mu?” diye sordu bunun üzerine. “Üzgünüm. Aslında dünyada bunları yapacak kötü adamlar olsa da benim gördüğüm adam sadece çılgının teki olduğu için kendine bunu yapmıştı. Korkmana gerek yok o yüzden.”

“Bu nasıl daha az korkmamı sağlayabilir?” diye sordum inanamaz bir hâlde. Oyulmuş olan göz, hayalimden çıkmıyordu. Adamın gözüne bir bandaj yerleştirmek zorunda kaldım. Tıpkı bir korsan gibi. Sanırım gerçekte kendisi de böyle yapmıştı. Öyle dolanıyor olamazdı.

“Eh, zorunluluğu yoktu. Kendisi seçti. İnan bana, bir şeyi zorunlu olarak yapmakla kendin istediğin için yapmanın arasında büyük bir fark vardır. Berbat bile olsa, kendi seçimlerini seversin. Oysa iyi bir amaç için bile olsa, zorunlu olduğun şeylerden pekâlâ nefret edebilirsin.” 

Düşüncelerim bir an karşımdaki adamdan uzaklaştı. İsteyerek ve istemeyerek yaptığım bütün şeylerin anısı gözlerimin önünden geçti ve hatırlamak, beni yeniden mahvetti. Severek yaptığım her şeye karşın, o şimdi hastanede yatıyordu ve ben de burada kim olduğunu bilmediğim bir adamla konuşuyor, zihnimi bulandırmasına izin veriyordum.

“Kimsin sen?”

“Cihan,” Benim bırakmış olmama rağmen hâlâ köpeği okşadığı elini uzatacak oldu ama önce dizlerini açıkta bırakan açık mavi hastane önlüğüne sildi elini. “Gerçi bana adımla seslenen çok kişi yok. Karşı komşum hep CiCi der. Onun dışındaki komşularım çok sessiz ama o biraz sinirli bir kadın. Kapıcı ve apartman yöneticisi sürekli onu sakinleştirmek zorunda kalırlar.”

“Hilal,” dedim parmakları hafifçe elimi kavrarken. Gözlerindeki ifade güven veriyordu ama aynı zamanda kaçıp gitme hissi de uyandırıyordu.

“Kimi bekliyorsun burada?”

Aniden sorulan bu soru karşısında irkildim ama yavaşça, “Bir arkadaşımı,” demeyi başarabildim. “Kendisi kaza geçirdi de.” Suratım bir anda düşmüştü. Yüzüm yeniden eski solgunluğunu kazanmış gibi hissediyordum ve aslında bu bir şeyi daha fark etmemi sağladı. Cihan’ın garipliği yas içeren düşünceleri kafamdan uzaklaştırıyordu.

Düşünceli bir şekilde mırıldandı. “Geçmiş olsun.” Sonraki saniye ayağa kalmıştı. Biraz önce konuştuğumuz şeyi unutmuş gibiydi. “Biraz yürüyüş yapmak ister misin?”

“Nereye?” diye sordum ama aynı zamanda düşüncelerin kafamı terk etmesine, şakaklarımda oluşmuş ağrının yerini dinginliğe bırakmasına o kadar ihtiyacım vardı ki, itiraz etmeden ayağa kalktım.

“Güneş’i bir süre burada bırakalım,” derken gülümsüyordu. “Hastanenin bahçesinde yürüyebiliriz. Hem bana sadıktır. Hiçbir yere gitmez. Biraz yorgun gözüküyor zaten.” Kolunu hafifçe bükerek koluna girmeme yardımcı oldu.

İlk önce hastanenin bahçesinde başlayan yolculuk sonra sokağa taştı. Bir süre sonra bana sadece arka planda çalan bir şarkının sözleri gibi gelen rastgele şeylerden bahsetmeye başlamıştı Cihan. Onu dinliyordum ama aynı zamanda bu sokakları tekrar görüyor olmanın nostaljisini yaşıyordum. Bu sokaklarda oyunlar oynamış, buralarda büyümüştüm. Şu büyük çöp kutusunun arkasına saklanmış, otların arasında yetişmiş papatyalardan toplamıştım. Ve şimdi on dokuz yaşımda, hiç tanımadığım bir adamla bu sokakları yeniden geçiyordum.

Cihan, yolda gördüğü insanlara gülümsüyordu ama üstünde hastane önlüğü olduğundan insanlar onun hasta, beni de onu gezdiren bir refakatçi olduğumu sanıyordu. En sonunda köşede duran bir kadına gülümseyince kadın peşimizden gelmeye başlamıştı. Biraz yürüdükten sonra hızla kolundan çıkıp, kadına durumu açıkladım, yeniden Cihan’ın yanına döndüm.

Nereye yürüdüğümüzü bilmeden ilerlediğimiz anlarda hava iyice kararmış, yağmur bulutları gökyüzünde birikmeye başlamıştı. Çevremizdeki kalabalığı korkutan bir şimşek ortalığı aydınlatınca Cihan durdu, gökyüzüne baktı. Mavi şimşeğin aydınlattığı yüzünde hayranlık duyan bir ifade vardı. Sanki yeniden gelmesini beklermiş gibi bakışlarını gökyüzünden çekmeden, “Büyüleyici, değil mi?” diye sordu. “Ben şimşekleri, gökyüzünü yaran o damarlı görüntüsünü ve göğün uğuldamasını çok severim.”

“Büyüleyiciler,” diye katıldım. Gerçekten de öyleydiler. “Ama sanırım birçok insanı korkutan bu görüntünün bize güzel gelmesi ürkütücü bir şey.”

“O birçok insan neyi kaçırdıklarının farkında değil,” dedi övünçle. “Üstelik dünyada korkunç olan o kadar şey ve bunlardan zevk duyan o kadar hasta insan var ki, şimşek ve gök gürültüsü bunların en masumu. İngilizcede şimşeği ve fırtınayı sevenler için özel bir kelime var, biliyor muydun? ‘Ceraunophile’ deniyor.” 

Düşüncelerim ondan çoktan kopmuştu. Dünyadaki korkunç şeyleri düşünmekten kendimi alamamıştım. Savaşlar, ölen çocuklar, açlık, fakirlik ve diğer yanda savaşı kazanan ama insaniyetini kaybeden toplumlar, zenginlikleri kendilerine ancak dolu bir karınla dönmüş, aç ruhlar… Tüm dünyayı yese bile doymayacak olanlar… 

Sessiz kalmam yüzünü bana çevirmesine neden oldu. “Ne oldu?” Çatılan kaşlarında ve sesinde endişe vardı. “Hastanede beklediğin kişiyi mi düşünüyorsun? Merak etme, eminim iyi olacaktır.” Oysa bunu çoktan unuttuğunu düşünmüştüm.

Ama hayır, onu düşünmüyordum. Düşündüğüm şey onun gibi olan milyonlarca insandı. Aklıma yeni gelen bir düşünceyle, “Sen niye hastanedeydin?” diye sordum mavi önlüğüne bakarak. Benim aksime o birini ziyaret etmeye gelmemişti.

Trençkotun ve altında kalan önlüğün sol kolunu sıyırarak, “Bunun için,” dedi. “Komik gelebilir ama bir sivrisinek ısırdı, yani sanırım bir sivrisinekti. Sürekli bileğimi kaşıyınca birinci kattaki komşum bunu fark etmiş. Atılmadan önce bir doktor olduğunu söyleyip eğildi, kırmızı şişliği yakından inceledi. Onun yüzünden bunun beni zehirleyeceğine inandım ve zehri akıtmak istedim.” Bileğinde şimdi dikiş izleri vardı. Yüzüm acıyla kasıldı. “Ama bak, şimdi iyiyim. Zehir olduğunu düşünürken doğru tahmin etmiş. Acı, iyileşmemi sağladı. Unutmadan, bir sinek ilacı alsam iyi olacak, yoksa bunu tekrarlamak zorunda kalacağım.” Bileğine bakmayı bırakarak bana döndü. Benim kafamda olan tek şey ise bunu tekrarlayabilecek olmasıydı. Fakat o an bunu tekrar yapmamasını söyleyemedim. “Yağmur yağacak, koşalım mı?” diye eklerken, hâlâ korku dolu gözlerle yüzüne bakıyordum. 

Çatılan kaşlarımın arasından, “Hastaneye dönmek istemiyorum,” dedim. Kaybını yaşayacağım düşüncesinden kaçmaya çalışıyordum çünkü bu midemde bir boşluk hissi yaratıyordu. Sonra da tekme yemiş gibi canım acıyordu.

“Kaybetmekten korkma,” dedi karşımda durarak. Şimdi yüzünde sert bir ifade, buna rağmen bir çocukla konuşurmuşçasına merhamet vardı. “Daha kazanacağın çok şey var.”

“Ama…” diye itiraz edecek oldum. “Kazandıklarımız, kaybettiklerimizin yerini tutar mı?”

“Kaybettiklerin kazandıklarının yerini alabildi mi hiç? Gerçekten o kadar şey kaybettin mi yani? Benim gördüğüm kadarıyla kazandıklarının ve kazanmak için uğraşmadıklarının toplamıyla kaybettiklerini dengelemeye kalksan, daha çok, baya çok şey kaybetmen gerekir.” Elini uzatarak kulaklarımı çekti. “Bunlar ve doğuştan gelen diğer her şey gibi.”

Geri çekildi. Doğruyu söylüyor olabilirdi ama kimse en acı zamanlarında böyle şeyler için minnet duymazdı. Duymuyorduk ve duymayacaktık. Ki dünyada doğuştan gelen şeylere bile sahip olmayan birçok insan vardı. Kazanmanın bir sınırı vardı, ama kaybetmenin yoktu. Her zaman biraz daha dibe batabilirdiniz. Sonsuza kadar düşmeye devam edebilirdiniz. Kaybetmeye odaklanmış ve her zaman biraz suskun olan ruhum, konu bu olunca daha da suskunlaştı; ihtimallerin şerefine bile acı acı içmeye başlamıştı.

“Sanırım hastalanacaksın,” dedim cevap vermek yerine. Ona katılmıyordum. 

“Elbisemden mi endişeleniyorsun?” diye sordu gülerek. “Bir seksen beş boyunda, seksen kilo bir adamım. Sense küçücük bir şeysin. Gerçekten öylesin. Asıl sen hastalanmadan bir yere gitmemiz gerek.”

İlerideki küçük kafeyi işaret ederek, “Şurada bir kafe var,” dedim. Onun açık havadan daha çok hoşlanacağı aklıma gelmiş olsa da hasta olmayı göze alamamıştım. Yağmurdan kaçmak için koşmaya başladık.

Kafenin içerisine girdiğimizde sıcak iki çay söylemiştik. Karşılıklı koltuklarda oturuyorduk ve karşımdaki aslında hiç tanımadığım bir adam değildi. Yeni bir arkadaştı. En azından onu böyle düşünmeyi sevmiştim. Dalıp gittiğim bir an, “Kolyen güzelmiş,” dedi. İnce belli bardaktaki çayımı yudumluyordum. Çayın sıcaklığı ve kafenin içindeki yumuşak sessizlik yağmur soğuğu yemiş bedenimi dinlendiriyordu.

Çayı masanın üstüne koyarken, Cihan elini uzattı ve boynumdaki kolyeye dokundu. Siyah bir hilalin ortasında, içi sisle dolu gibi gözüken beyaz, yuvarlak bir şekil vardı. Aydı bu. “Koşarken çıkmış olmalı,” dedim parmakları hâlâ ayın üzerine gezinirken ve beni sessizce dinlerken. Yutkundum. “Sekiz yaşındayken, bir kazada anne ve babamı kaybettim. Bu kolyeyi görünce onları hatırlatması için almıştım. O anı hatırlamak çok kötü, hâlâ bile kâbuslarımda görüyorum ama bunu kazadan öncesini, güzel anıları hatırlatması için aldım.”

Kafenin içi karanlık sayılırdı. Loş, sarı bir ışık vardı ve sol tarafımda kalan cama yağmur damlaları vuruyordu. Cihan, başını çevirdi, kendini geri çekti. Davranışında suçlu hissetmeme neden olan bir şey vardı. Belki de ona anlatmamalıydım. Sustu ve sessizlik giderek büyüdü. Onun kendine gelmesini beklerken yeniden dosya kâğıdını çıkardım. Ama bu sefer Enes’in artık neredeyse mükemmelleştirdiğim çizimini arkalara koymuş, onu çizmeye başlamıştım. Öylece, yağmurun vurduğu pencereden dışarı bakarken
.
Yeniden dünyaya döndüğünde, “Bana ablamı hatırlatıyorsun,” dedi yavaşça. Taslak olarak bıraktığım resmi çoktan çantama koymuştum. Durgunlaşan gözlerindeki pusu gidermek adına gülümsedi.  “O daha esmerdi, ama onun da senin gibi naif bir yanı vardı. Senin yaşlarındayken evlendi. O zamandan beri onu hiç görmedim. Evlendiği herif pisliğin tekiydi, evden çıkmasına bile izin verdiğini sanmıyorum. Ama o yaşlardayken hiçbir şey yapamadım tabii. On üç yaşındaydım. Anne ve babam da uzun zaman önce boşanınca, ona akıl hocalığı edecek kimse olmadı. Benim evliliğimin de bozulduğunu düşünürsek, ailecek, bir aile kurmakta berbatız sanırım.” Güldü.

“Ailen, onlar…” Eşinden ve oğlundan bahsediyordum ama devamını söyleyemedim. Ne diyeceğimi bilememiştim.

“Kaybettim,” diyerek onayladı. “Ama o şekilde değil. Biz… Aslında iyi bir çifttik. Sonra aramızdaki her şey kötüye gitmeye başladı. Kavgalar, lanet okumalar… Çoğunlukla onun kıskançlıkları yüzünden. Sonunda koca bir şirketi de batırınca yanımda durması için hiçbir sebep kalmamış oldu. Oğlumu da alarak, beni terk etti. Üstünden şimdi beş yıl geçiyor. Kim bilir ne kadar büyümüştür. Güneş, bana ondan geriye kalan tek şey.”

Ağır ağır yutkunarak, “Onları bir daha hiç görmedin mi?” diye sordum. “Ailenden herhangi birini?”

“Ablam zaten gelemiyor. Anne ve babamdan ise şimdiye kadar hiç haber almadım. Muhtemelen bir başarısızlık örneği olduğum için ablam gibi beni de evlatlıktan reddettiler. Eşim ise bir kere yaşadığım yere geldi,” Hatırlamaya çalışıyormuş gibi duraksadı. “Bundan iki yıl önce. Düştüğüm durumdan tiksintisini belli edecek şekilde buruşuktu yüzü. Öfkeliydi de bana, bunu anlayabiliyordum. Bunu Can’a yaptığım için benden nefret ediyordu. Bana acıyordu. O kadar da kötü bir yer değil aslında yaşadığım yer. Tamam, küçük bir evde yaşıyorum ama ahşap parke, tahta masa, her şey tertemiz. Bunu ona açıklamaya çalıştım ama beni hiçbir şeyi görememekle suçladı. Kendini zorlayarak susmuştu o gün, bunu hissetmiştim. Olanları tekrar etmek istemiyordu. Karşı komşum Rana Hanım yine öfkelenip bağırmaya başlayınca gitmek zorunda kaldı. O zamandan beri onu görmedim.” Bir şey söylememe izin vermeden, “Hadi gidelim,” diye ekledi. “Yağmur yağdığını biliyorum ama dünyada görülecek çok şey var ve buraya tıkılıp kalmak istemiyorum. Bazen bu yüzden evimin boğucu geldiği bile oluyor. En son oradan koşarak çıkmıştım.” Çevresine bakındı ve gördüğü bir şey onu heyecanlandırdı. “Şurada bir adam oturuyor,” dedi bana bakışlarıyla işaret ederek. “Onunla konuşalım mı?”

“Her yabancıyla konuşur musun sen?” diye sordum biraz imayla ama konu o olunca bunda şaşılacak bir şey yoktu. Benimle de böyle konuşmaya başlamıştı.

“Evet,” dedi omuzlarını silkerek. “Ne yapacak? Sokakta gördüğü kimse yüzüne bakmazken ben insanlık gösterip onunla konuştum diye bana zarar mı verecek? Sanmıyorum.”

Cevabımı beklemeden kalkarak adamın karşısına geçti ve, “Merhaba, efendim,” dediğini duydum. “Rahatsız etmiyorsam oturabilir miyim acaba?” Elini havada sallayarak gelmemi işaret ediyordu ama adam orada oturmasına izin verene kadar gitmeyecektim. Kafamı salladım. 

“Ne istiyorsun?” diye sordu adam asabi bir sesle elindeki bardaktan kahvesini içerken. Başında bir şapka, üstünde krem rengi bir ceket vardı. 

“Birkaç hikâye efendim, yalnızca birkaç hikâye. Kız kardeşim ve ben yağmurda buraya sığınmak zorunda kaldık. Ve düşündük ki siz, bize bir şeyler anlatabilirsiniz. O da dinlemekten memnun olacaktır.” Bu seferki el işareti aceleci ve öfkeliydi ama kaşlarımı kaldırarak adamın henüz onaylamadığını söylemeye çalıştım. “Kendisi lavaboda da.”

Adam o zamana kadar başını kaldırmamıştı. Ağır ağır kahvesini yudumlamaya devam ederken ilk defa başını kaldırdı. “İkidir el işareti yaptığın kişi mi bu kız kardeşin?” diye sordu güler gibi. Gözlerinin görmediğini o an fark ettik. “Hava dalgasını hissedebilirim, biliyorsun.”

Cihan’ın yüzünün kızarıklık kazandığını loş ortama rağmen fark edebildim. Utana sıkıla yanlarına yürümekten başka çarem kalmamıştı. “Kusura bakmayın efendim,” dedim altmış yaşlarında olan adama. “Abim, hikâyeleri sever. Sadece-“

“Evet, evet, anladım,” diye sözümü kesti adam. “Hikâye duymak istiyorsunuz. Bunun için de kör bir adama denk gelmeniz şaşırtıcı. Doğruyu söyleyin, beni soymaya mı çalışacaksınız?”

“Kesinlikle hayır,” diye karşı geldik aynı anda. Korkuyla birbirimize baktık. Nasıl iğrenç biri kör bir adamı soymaya kalkardı? “Kötü insanlar değiliz biz,” diye ekledim üstüne.

Adam ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Buna karşılık Cihan sadece, “Gözlerinizi nasıl kaybettiniz?” diye sordu. Bunu o kadar normal bir şekilde dile getirmişti ki sanki ona nasıl olduğunu soruyormuş gibiydi. 

“Doğuştan,” diye yanıtladı adam. “Hiç renk görmedim.”

Hiçbir tepki vermemeye özen gösterdim ama hiçbir rengi görmüyor olmamın ne kadar kötü olacağını düşünmekten kaçınmak mümkün değildi. Annemin kazadan hemen önce elimi tutan ellerindeki kırmızı ojeleri, Enes’in gülümseyen kahverengi gözleri, denizin mavisi ve ağaçların yeşili… Bunları görmeden yaşamak iğrenç olsa gerekti. Sessiz kaldığına göre Cihan da aynı şeyleri düşünüyor olmalıydı. Belki de şu an Güneş’in sarı tüylerini hayal ediyordu.

Bir an sonra adamın güldüğünü fark ettim. “Yüzlerinizdeki ifadeyi göremiyorum ama gerçekten komik olmalı.” diyordu. “Gözlerimi yirmi dört yaşında, doktorların yaptığı bir aptallık yüzünden kaybettim.” Cihan bizi oyuna getirmesine güldü. Benimse kaşlarım çatılmıştı. Nasıl bir insan böyle bir acıyla dalga geçerdi? Ama konuşmak benim hakkım mıydı? Göremeyen oydu. Oysa ben o kazadan hiç böyle gülerek bahsedemeyecektim. Bahsetmek de istemezdim. Acımı indirgemezdim. 

Adam devam etti. “Sonra tazminat davası falan açıyorsunuz ama para, gözlerinizi geri getirmiyor tabii. Yine de kızgınlığım uzun zaman önce geçti. Belki hâlâ renkleri göremiyorum ama hissettirdiklerini hatırlıyorum. Hiçliğin yanında bunu tercih ederim.”

Bunu -sizden tüm dünyanızı alan insanları affetme fikrini-  ve adamın tavrını katlanılamaz buldum ama hakkında tek kelime etmedim. Cihan’a kalkmak istediğimi söylemeye çalıştım. Anladığında, teşekkür ederek masadan ayrıldık. 

Yerimize vardığımızda kısık sesle, “Ne oldu?” diye sordu masanın üzerine eğilerek. Orada bana itiraz etmemişti ama aslında nedenini merak ediyordu.

“Sadece,” diye başlayarak açıklamaya çalıştım. “Kendi acısı bile olsa böyle bir şeyi küçümsemesi bir pislik olduğunu düşündürttü bana. Ben asla o kazadan böyle bahsedemem. Bu, bacaklarını kaybetmiş birinin, ‘Bacaklarımın gitmesi çok kötü oldu ama tekerlekli sandalye çok rahat,’ demesi gibi bir şey. Tamam, öyle değil ama anladın işte. Saçma. Gerçekçi değil. İnandırıcı değil.”

“Ben saçma olduğunu düşünmüyorum. Herkesin acıyla baş etme yöntemi farklıdır. Benimki farklıydı, seninki farklı ve o adamınki de farklı. Başka biriyle konuşmuş olsaydık, onda da bunu görecektin. Bir alkolik ya da bir çocuk, herkes acısını farklı şekilde yaşar. Senin yerinde olsam ne yapardım biliyor musun? Eğer kendimden daha yüce bir varlığın olduğuna inanıyorsam, ona şükrederdim. Onları benden aldığı için kızmak yerine, onları hatıralarımda yaşatma imkânı verdiği için. Anne ve baban sen onları hiç tanımadığın bir zaman ölmüş de olabilirdi. Ama sen onlarla koskoca sekiz yıl geçirdin.”

“Böyle konuşma!” diye bağırdım. “Anne ve babam hakkında böyle konuşma. Yıllar boyunca halamın ve eniştemin yanında yaşadım ben. İyi insanlar olmaları, yıllar boyunca onlara yük olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Şimdi de neyi savunacaksın? Yetimhanede büyümüş de olabilirdin, mi diyeceksin?” Yaşlar gözlerime doldu. “Bu cidden saçmalık.”

Onu orada bırakıp gitmek istedim ama dışarıda sağanak bir yağmur vardı. Çıkarsam yağmur tenime kurşun gibi batardı. Beklemek zorundaydım. Başımı önüme eğdim ve sustum. Ve aslında dakikalar geçtikçe yavaş yavaş sakinleşiyordum. Yanaklarımın içini ısırdım, masanın üstünde ritim tutan parmaklarımı bırakarak Cihan’a baktım. Şefkatle gülümsüyordu. Yaşadığı onca acıya rağmen gülümsüyordu. Dünyayı onun gözünden görmeyi beceremedim, ama yaklaştığımı hissettim. Belki acılar için de bu geçerliydi. Sadece dakikalar değil, yıllar gerekiyordu.  

“Anlamaya başladın,” diyerek gülümsedi. Ben de ona bağırdığım için sıkkınca gülümsemeye çalıştım. Ona bağırdığım için bana alınacak falan değildi yine de. Bir çocukmuşum gibi merhametle bakıyordu. “Özellikle o acıya tutunmuyorsan, zaman acımasızca birçok şeyi siler.” dedi. “İyileri bile sildiği olur ki aslında en çok iyi anılarını yozlaştırır. Yine de, insanız. Unutabilmemiz gerekiyor zaten ve bunu bir şekilde olsun yapabilmeyiz. Bunda yanlış olan hiçbir şey yok. Acıyı yatıştırman ona ihanet ettiğin anlamına gelmez. En azından ben böyle düşünüyorum.”

Sessiz kalarak etrafa bakındım. “Artık gitmek istiyorum.” dedim. Güzel yüzünü seyretmek istiyordum. “Hem belki gözlerini açmıştır.”

“Bir taksi tutabiliriz.” diye önerdi.

“Taksi bulana kadar sırılsıklam oluruz.” 

“Yani?” diyerek omuz silkti. Hastalansam bile, iyileşecektim. 

Bu sefer, “Hadi,” diyen ben oldum. Sırılsıklam olacağımız kadar bir süre dışarıda bir taksi bulmaya çalıştık. Aynı anda yürüyorduk da. Sonunda bir taksinin içine girdiğimizde koltukları sırılsıklam yapmıştık. Hastaneye vardığımızda şoförden özür dileyerek ve fazladan para vererek taksiden indik.

“Güneş, ıslanmış olmalı,” dedim hastanenin içerisine koştururken. Aynı zamanda çantamı yağmurdan korumaya çalışıyordum. 

“Kendine bir yer bulmuştur,” diyerek gülümsedi Cihan. 

Hastanenin kapısına varana kadar koşmaya devam ettik. Sonunda beyaz ışıklar yüzümüzü aydınlatmaya başlamıştı. “Geliyorsun, değil mi?” diye sordum yönümü istemsizce içeriye doğru dönerken. Onu görmek için can atıyordum. Eğer uyanmışsa yanına girecek, ona gülümseyecektim. Bu zamana kadar olan bütün her şeyi bırakıp ona gülümseyecektim. En azından arkadaşı olarak yapacaktım bunu.

“Güneş’i bulmam gerekiyor,” dedi Cihan ama bu sefer hüzünlü ve canı sıkılmış gibi duruyordu. Yağmur dinmeye başlamıştı. “Acaba sen… Yolculuk için…”

“Evet, tabii,” dedim elimi cüzdanıma atarak. Benim üstümde deri bir ceket vardı. Onun da üstünde bir trençkot vardı ama altında sadece mavi hastane önlüğü vardı ve o da dizlerini bile açıkta kalıyordu. Donmuş olmalıydı. İki yüz elli liradan taksi ücretiyle birlikte geriye sadece iki yüz yirmi lira kalmıştı. İki yüz lirayı ona uzatarak, “Giyecek bir şeyler de almayı unutma,” dedim. Dünyanın öbür ucuna gidebilirdi o bu parayla. Ama ben ondan giyecek bir şeyler de almasını istiyordum. İyi olmasını istiyordum.

“Üstümdekinin yakışmadığını ima ediyorsun galiba,” diyerek güldü. “Bunu görmezden geleceğim.” Güldüm. Bana son bir kez daha gülümsedi ve beyaz spor ayakkabılarını hastanenin avlusunda birikmiş sulardan sakınarak yürüdü. Uzakta, bir ağacın altında Güneş’i bulduğunu görür gibi oldum. Sonra gözden kayboldu. Bir daha onu hiç görmedim.

Ama onu kaybetmemiştim. 

O, şimdi buruşuk ellerimle buruşuk ellerini tuttuğum adamı kazanmamı sağlamıştı. O gün, ona gülümsememi sağlamıştı. Ve hâlâ onun, çocuklarımın ve o günden sonra mükemmelleştirdiğim çizimin içinde yaşıyordu.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder