(İlk kısa hikâyem olan Aydaki İlk Adımlar bana aittir ve iznim olmadan hiçbir yerde kullanılamaz.)
Ruhunun kırıklarını ölü bakışlarının altına süpüren kadına.
Korku,
güçlü bir duyguydu. Özellikle de oturduğunuz soğuk bank bir hastanenin
bahçesindeyse ve eski bir arkadaşınızın ölüme karşı verdiği savaş
belirsizliğini koruyorsa.
Rüzgâr
yüzüme, tenime dokundu; geride titreyen küçük bir kız çocuğu bıraktı. Kalemi
tutan ellerim soğuktan kızarmıştı ama dizlerime koyduğum resmin üstünde
çalışmaya, resimdeki adamın alnına düşmüş saçlarına gölgeler vermeye devam
ettim. Gökyüzü, soluk bir mavi rengindeydi. Uzaktan gelen konuşmalar fısıltılar
hâlinde zihnime doluyor, oradan mideme düşüp içimdeki boşluğu besliyordu. Büyük
bahçede bir tek çocuk, bir tek gülüş sesi yoktu. Uğuldayan ağaçlar, kararmaya
başlayan bulutlar ve etrafımdaki her şey sanki şimdiden onun için yas tutmaya
başlamış gibiydi.
Önümden siyah,
uzun trençkotlu, hastane önlüklü bir adam geçti. Geride bıraktığı hastane
kokusu ise düşüncelerimi daha da ağırlaştırıp omuzlarıma yük eklemekten başka
bir şey yapmamıştı. Onu kaybedecek miydim? Daha onu hiç kazanmamışken benden
alınacak mıydı?
“Merhaba,”
Sese
döndüğümde biraz önceki hastane önlüklü adamın yanıma oturduğunu fark ettim.
Ceketinin önü açıktı. Başını hafifçe eğmiş, bana bakıyordu. Otuzlu yaşlarının
başında, esmer bir adamdı ve kemikli yüzünde en az üç günlük gözüken sakalları
vardı. Aramızdaki boşlukta olan eli, bir şeyin üstünde duruyormuş gibi havada
duruyordu. Parmaklarının hafifçe içeri bükülmüş olması kaşlarımı çatmama sebep
oldu.
“Merhaba,”
dedim çekinerek. Hafifçe gülümsemeye çalıştım. Hemen ardından önüme dönmüş,
çizim yaptığım kâğıdı sırt çantamdaki dosyanın içine koymuştum. Ceplerimdeki
elimi ısıtmak için içeri girmememin bir sebebi vardı. İçeride durmaya
dayanamıyordum.
Enes benim
ilkokuldan tanıdığım çok eski bir arkadaşımdı ve aslında arkadaştan da öteydi
benim için. On dokuz yaşına gelmiş olmama rağmen bunu ona hiç söylememiştim ve
aslında bu şehirden taşınalı da yıllar oluyordu. Kaza yaptığı haberi iletişimi
kesmediğim arkadaşlar sayesinde çok çabuk bana ulaşmıştı ve ben de yıllar önce
bıraktığım bu şehre birkaç günlüğüne geri dönmüştüm. Tutkusu olan motosiklet
şimdi ölümü oluyordu. Ben de burada ölümüne seyirci kalmaktan başka bir şey
yapamıyordum. Onu sadece bir camın ardından görmeme izin vermişlerdi.
İstemsiz
olarak yanımda oturan adama döndüğümde, havada duran elinin bu sefer hareket
ettiğini, neredeyse havayı okşadığını fark ettim. Kaşlarım daha derinden
çatılırken, eline baktığımı fark eden adam, “Bu, Güneş,” dedi. “Adını sarı
tüylerinden alıyor. Biliyorum pek yaratıcı değil ama adını oğlum koymuştu.
Kendisi çok zeki bir köpektir.” Dudaklarında görünüp kaybolan buruk gülümseme
bütün sorularımı geriye attı.
Zihnimde
golden cinsi bir köpek yaratarak boş ellerinin altına yerleştirdim ve bunu
yaparken hiç zorlanmamış olmam beni şaşırttı. “Aynı zamanda çok tatlı bir
köpek.” dedim. Elimi uzatarak sevmek istedim ama adam elimi yumuşakça
kavrayarak ve sanki biraz da kırgın bir bakışla doğru olduğunu düşündüğü ayarda
elimi doğru yere koymamda yardımcı oldu.
“Bu şekilde
sevebilirsin,” Gülümseyip, köpeğin başının olması gereken yere baktı. Baktığı
yerde boş bir bank vardı. Uzaktan bizi izleyen birinin ne düşündüğü merak
ettim. Adama yeniden bakma ihtiyacıyla kafamı kaldırdığım sırada kaşları
çatılmıştı. “Gözlerin…” dedi biraz daha yaklaşıp dikkatle bakarak. “Gerçekten
gözlerinde iki ayrı renk mi var yoksa ben yanlış mı görüyorum?”
“Ah,” diye
mırıldandım, hatırlayıp biraz geri çekilerek. “Buna heterokromi diyorlar; iki
gözde de farklı rengin olması durumu. Pigment eksikliğinden ya da fazlalığından
kaynaklanan bir şey. Benimki sektörel heterokromi olarak geçiyor ama, tamamen
farklı renkte değiller.” Parmağımla sağ gözümü işaret ettim. Köpeği seven sol
elim de dizlerime doğru çekilmişti. “Bunda neredeyse yarısı kahverengi, diğeri
ise tamamen mavi, görüyor musun?”
“İlginç,”
diye mırıldandı. Kaşları çatılmış, gözleri kısılmıştı ama şaşkınlıkla
gülümsüyordu. “Daha önce gözü oyulmuş adamlar görmüştüm ama böyle bir şeyi hiç
görmemiştim.”
Bu cümle
sessizce mırıldanmama sebep oldu. Bu korkunç bir düşünceydi. Böyle bir şeyi
görmek istemezdim. Küçükken sınıfımızda tırnağı kalkmış bir kız vardı. Sıra
sıra gezip tırnağını kaldırır ve altındaki eti bize gösterdi ve bu bile içimi
ürpertiyle kaplarken, gerçekten gözü oyulmuş bir adam görmemin bende yaratacağı
etkiyi tahmin edemiyordum.
“Korkuttum
mu?” diye sordu bunun üzerine. “Üzgünüm. Aslında dünyada bunları yapacak kötü
adamlar olsa da benim gördüğüm adam sadece çılgının teki olduğu için kendine
bunu yapmıştı. Korkmana gerek yok o yüzden.”
“Bu nasıl
daha az korkmamı sağlayabilir?” diye sordum inanamaz bir hâlde. Oyulmuş olan
göz, hayalimden çıkmıyordu. Adamın gözüne bir bandaj yerleştirmek zorunda
kaldım. Tıpkı bir korsan gibi. Sanırım gerçekte kendisi de böyle yapmıştı. Öyle
dolanıyor olamazdı.
“Eh,
zorunluluğu yoktu. Kendisi seçti. İnan bana, bir şeyi zorunlu olarak yapmakla
kendin istediğin için yapmanın arasında büyük bir fark vardır. Berbat bile
olsa, kendi seçimlerini seversin. Oysa iyi bir amaç için bile olsa, zorunlu
olduğun şeylerden pekâlâ nefret edebilirsin.”
Düşüncelerim
bir an karşımdaki adamdan uzaklaştı. İsteyerek ve istemeyerek yaptığım bütün
şeylerin anısı gözlerimin önünden geçti ve hatırlamak, beni yeniden mahvetti.
Severek yaptığım her şeye karşın, o şimdi hastanede yatıyordu ve ben de burada
kim olduğunu bilmediğim bir adamla konuşuyor, zihnimi bulandırmasına izin
veriyordum.
“Kimsin
sen?”
“Cihan,”
Benim bırakmış olmama rağmen hâlâ köpeği okşadığı elini uzatacak oldu ama önce
dizlerini açıkta bırakan açık mavi hastane önlüğüne sildi elini. “Gerçi bana
adımla seslenen çok kişi yok. Karşı komşum hep CiCi der. Onun dışındaki
komşularım çok sessiz ama o biraz sinirli bir kadın. Kapıcı ve apartman
yöneticisi sürekli onu sakinleştirmek zorunda kalırlar.”
“Hilal,”
dedim parmakları hafifçe elimi kavrarken. Gözlerindeki ifade güven veriyordu
ama aynı zamanda kaçıp gitme hissi de uyandırıyordu.
“Kimi
bekliyorsun burada?”
Aniden
sorulan bu soru karşısında irkildim ama yavaşça, “Bir arkadaşımı,” demeyi başarabildim.
“Kendisi kaza geçirdi de.” Suratım bir anda düşmüştü. Yüzüm yeniden eski solgunluğunu
kazanmış gibi hissediyordum ve aslında bu bir şeyi daha fark etmemi sağladı.
Cihan’ın garipliği yas içeren düşünceleri kafamdan uzaklaştırıyordu.
Düşünceli
bir şekilde mırıldandı. “Geçmiş olsun.” Sonraki saniye ayağa kalmıştı. Biraz
önce konuştuğumuz şeyi unutmuş gibiydi. “Biraz yürüyüş yapmak ister misin?”
“Nereye?”
diye sordum ama aynı zamanda düşüncelerin kafamı terk etmesine, şakaklarımda
oluşmuş ağrının yerini dinginliğe bırakmasına o kadar ihtiyacım vardı ki,
itiraz etmeden ayağa kalktım.
“Güneş’i
bir süre burada bırakalım,” derken gülümsüyordu. “Hastanenin bahçesinde
yürüyebiliriz. Hem bana sadıktır. Hiçbir yere gitmez. Biraz yorgun gözüküyor
zaten.” Kolunu hafifçe bükerek koluna girmeme yardımcı oldu.
İlk önce
hastanenin bahçesinde başlayan yolculuk sonra sokağa taştı. Bir süre sonra bana
sadece arka planda çalan bir şarkının sözleri gibi gelen rastgele şeylerden
bahsetmeye başlamıştı Cihan. Onu dinliyordum ama aynı zamanda bu sokakları
tekrar görüyor olmanın nostaljisini yaşıyordum. Bu sokaklarda oyunlar oynamış,
buralarda büyümüştüm. Şu büyük çöp kutusunun arkasına saklanmış, otların
arasında yetişmiş papatyalardan toplamıştım. Ve şimdi on dokuz yaşımda, hiç
tanımadığım bir adamla bu sokakları yeniden geçiyordum.
Cihan,
yolda gördüğü insanlara gülümsüyordu ama üstünde hastane önlüğü olduğundan
insanlar onun hasta, beni de onu gezdiren bir refakatçi olduğumu sanıyordu. En
sonunda köşede duran bir kadına gülümseyince kadın peşimizden gelmeye
başlamıştı. Biraz yürüdükten sonra hızla kolundan çıkıp, kadına durumu
açıkladım, yeniden Cihan’ın yanına döndüm.
Nereye yürüdüğümüzü
bilmeden ilerlediğimiz anlarda hava iyice kararmış, yağmur bulutları gökyüzünde
birikmeye başlamıştı. Çevremizdeki kalabalığı korkutan bir şimşek ortalığı
aydınlatınca Cihan durdu, gökyüzüne baktı. Mavi şimşeğin aydınlattığı yüzünde
hayranlık duyan bir ifade vardı. Sanki yeniden gelmesini beklermiş gibi
bakışlarını gökyüzünden çekmeden, “Büyüleyici, değil mi?” diye sordu. “Ben
şimşekleri, gökyüzünü yaran o damarlı görüntüsünü ve göğün uğuldamasını çok
severim.”
“Büyüleyiciler,”
diye katıldım. Gerçekten de öyleydiler. “Ama sanırım birçok insanı korkutan bu
görüntünün bize güzel gelmesi ürkütücü bir şey.”
“O birçok
insan neyi kaçırdıklarının farkında değil,” dedi övünçle. “Üstelik dünyada
korkunç olan o kadar şey ve bunlardan zevk duyan o kadar hasta insan var ki,
şimşek ve gök gürültüsü bunların en masumu. İngilizcede şimşeği ve fırtınayı
sevenler için özel bir kelime var, biliyor muydun? ‘Ceraunophile’ deniyor.”
Düşüncelerim
ondan çoktan kopmuştu. Dünyadaki korkunç şeyleri düşünmekten kendimi alamamıştım.
Savaşlar, ölen çocuklar, açlık, fakirlik ve diğer yanda savaşı kazanan ama
insaniyetini kaybeden toplumlar, zenginlikleri kendilerine ancak dolu bir
karınla dönmüş, aç ruhlar… Tüm dünyayı yese bile doymayacak olanlar…
Sessiz kalmam
yüzünü bana çevirmesine neden oldu. “Ne oldu?” Çatılan kaşlarında ve sesinde
endişe vardı. “Hastanede beklediğin kişiyi mi düşünüyorsun? Merak etme, eminim
iyi olacaktır.” Oysa bunu çoktan unuttuğunu düşünmüştüm.
Ama hayır,
onu düşünmüyordum. Düşündüğüm şey onun gibi olan milyonlarca insandı. Aklıma
yeni gelen bir düşünceyle, “Sen niye hastanedeydin?” diye sordum mavi önlüğüne
bakarak. Benim aksime o birini ziyaret etmeye gelmemişti.
Trençkotun
ve altında kalan önlüğün sol kolunu sıyırarak, “Bunun için,” dedi. “Komik
gelebilir ama bir sivrisinek ısırdı, yani sanırım bir sivrisinekti. Sürekli
bileğimi kaşıyınca birinci kattaki komşum bunu fark etmiş. Atılmadan önce bir
doktor olduğunu söyleyip eğildi, kırmızı şişliği yakından inceledi. Onun yüzünden
bunun beni zehirleyeceğine inandım ve zehri akıtmak istedim.” Bileğinde şimdi
dikiş izleri vardı. Yüzüm acıyla kasıldı. “Ama bak, şimdi iyiyim. Zehir
olduğunu düşünürken doğru tahmin etmiş. Acı, iyileşmemi sağladı. Unutmadan, bir
sinek ilacı alsam iyi olacak, yoksa bunu tekrarlamak zorunda kalacağım.”
Bileğine bakmayı bırakarak bana döndü. Benim kafamda olan tek şey ise bunu
tekrarlayabilecek olmasıydı. Fakat o an bunu tekrar yapmamasını söyleyemedim. “Yağmur
yağacak, koşalım mı?” diye eklerken, hâlâ korku dolu gözlerle yüzüne
bakıyordum.
Çatılan
kaşlarımın arasından, “Hastaneye dönmek istemiyorum,” dedim. Kaybını
yaşayacağım düşüncesinden kaçmaya çalışıyordum çünkü bu midemde bir boşluk
hissi yaratıyordu. Sonra da tekme yemiş gibi canım acıyordu.
“Kaybetmekten
korkma,” dedi karşımda durarak. Şimdi yüzünde sert bir ifade, buna rağmen bir
çocukla konuşurmuşçasına merhamet vardı. “Daha kazanacağın çok şey var.”
“Ama…” diye
itiraz edecek oldum. “Kazandıklarımız, kaybettiklerimizin yerini tutar mı?”
“Kaybettiklerin
kazandıklarının yerini alabildi mi hiç? Gerçekten o kadar şey kaybettin mi
yani? Benim gördüğüm kadarıyla kazandıklarının ve kazanmak için
uğraşmadıklarının toplamıyla kaybettiklerini dengelemeye kalksan, daha çok,
baya çok şey kaybetmen gerekir.” Elini uzatarak kulaklarımı çekti. “Bunlar ve
doğuştan gelen diğer her şey gibi.”
Geri
çekildi. Doğruyu söylüyor olabilirdi ama kimse en acı zamanlarında böyle şeyler
için minnet duymazdı. Duymuyorduk ve duymayacaktık. Ki dünyada doğuştan gelen
şeylere bile sahip olmayan birçok insan vardı. Kazanmanın bir sınırı vardı, ama
kaybetmenin yoktu. Her zaman biraz daha dibe batabilirdiniz. Sonsuza kadar
düşmeye devam edebilirdiniz. Kaybetmeye odaklanmış ve her zaman biraz suskun
olan ruhum, konu bu olunca daha da suskunlaştı; ihtimallerin şerefine bile acı
acı içmeye başlamıştı.
“Sanırım
hastalanacaksın,” dedim cevap vermek yerine. Ona katılmıyordum.
“Elbisemden
mi endişeleniyorsun?” diye sordu gülerek. “Bir seksen beş boyunda, seksen kilo bir
adamım. Sense küçücük bir şeysin. Gerçekten öylesin. Asıl sen hastalanmadan bir
yere gitmemiz gerek.”
İlerideki
küçük kafeyi işaret ederek, “Şurada bir kafe var,” dedim. Onun açık havadan
daha çok hoşlanacağı aklıma gelmiş olsa da hasta olmayı göze alamamıştım.
Yağmurdan kaçmak için koşmaya başladık.
Kafenin
içerisine girdiğimizde sıcak iki çay söylemiştik. Karşılıklı koltuklarda
oturuyorduk ve karşımdaki aslında hiç tanımadığım bir adam değildi. Yeni bir
arkadaştı. En azından onu böyle düşünmeyi sevmiştim. Dalıp gittiğim bir an,
“Kolyen güzelmiş,” dedi. İnce belli bardaktaki çayımı yudumluyordum. Çayın
sıcaklığı ve kafenin içindeki yumuşak sessizlik yağmur soğuğu yemiş bedenimi
dinlendiriyordu.
Çayı
masanın üstüne koyarken, Cihan elini uzattı ve boynumdaki kolyeye dokundu.
Siyah bir hilalin ortasında, içi sisle dolu gibi gözüken beyaz, yuvarlak bir
şekil vardı. Aydı bu. “Koşarken çıkmış olmalı,” dedim parmakları hâlâ ayın
üzerine gezinirken ve beni sessizce dinlerken. Yutkundum. “Sekiz yaşındayken,
bir kazada anne ve babamı kaybettim. Bu kolyeyi görünce onları hatırlatması
için almıştım. O anı hatırlamak çok kötü, hâlâ bile kâbuslarımda görüyorum ama
bunu kazadan öncesini, güzel anıları hatırlatması için aldım.”
Kafenin içi
karanlık sayılırdı. Loş, sarı bir ışık vardı ve sol tarafımda kalan cama yağmur
damlaları vuruyordu. Cihan, başını çevirdi, kendini geri çekti. Davranışında
suçlu hissetmeme neden olan bir şey vardı. Belki de ona anlatmamalıydım. Sustu
ve sessizlik giderek büyüdü. Onun kendine gelmesini beklerken yeniden dosya
kâğıdını çıkardım. Ama bu sefer Enes’in artık neredeyse mükemmelleştirdiğim
çizimini arkalara koymuş, onu çizmeye başlamıştım. Öylece, yağmurun vurduğu
pencereden dışarı bakarken
.
Yeniden
dünyaya döndüğünde, “Bana ablamı hatırlatıyorsun,” dedi yavaşça. Taslak olarak
bıraktığım resmi çoktan çantama koymuştum. Durgunlaşan gözlerindeki pusu
gidermek adına gülümsedi. “O daha
esmerdi, ama onun da senin gibi naif bir yanı vardı. Senin yaşlarındayken evlendi.
O zamandan beri onu hiç görmedim. Evlendiği herif pisliğin tekiydi, evden
çıkmasına bile izin verdiğini sanmıyorum. Ama o yaşlardayken hiçbir şey
yapamadım tabii. On üç yaşındaydım. Anne ve babam da uzun zaman önce boşanınca,
ona akıl hocalığı edecek kimse olmadı. Benim evliliğimin de bozulduğunu
düşünürsek, ailecek, bir aile kurmakta berbatız sanırım.” Güldü.
“Ailen,
onlar…” Eşinden ve oğlundan bahsediyordum ama devamını söyleyemedim. Ne
diyeceğimi bilememiştim.
“Kaybettim,”
diyerek onayladı. “Ama o şekilde değil. Biz… Aslında iyi bir çifttik. Sonra
aramızdaki her şey kötüye gitmeye başladı. Kavgalar, lanet okumalar… Çoğunlukla
onun kıskançlıkları yüzünden. Sonunda koca bir şirketi de batırınca yanımda
durması için hiçbir sebep kalmamış oldu. Oğlumu da alarak, beni terk etti.
Üstünden şimdi beş yıl geçiyor. Kim bilir ne kadar büyümüştür. Güneş, bana
ondan geriye kalan tek şey.”
Ağır ağır
yutkunarak, “Onları bir daha hiç görmedin mi?” diye sordum. “Ailenden herhangi
birini?”
“Ablam
zaten gelemiyor. Anne ve babamdan ise şimdiye kadar hiç haber almadım.
Muhtemelen bir başarısızlık örneği olduğum için ablam gibi beni de evlatlıktan
reddettiler. Eşim ise bir kere yaşadığım yere geldi,” Hatırlamaya çalışıyormuş
gibi duraksadı. “Bundan iki yıl önce. Düştüğüm durumdan tiksintisini belli
edecek şekilde buruşuktu yüzü. Öfkeliydi de bana, bunu anlayabiliyordum. Bunu
Can’a yaptığım için benden nefret ediyordu. Bana acıyordu. O kadar da kötü bir
yer değil aslında yaşadığım yer. Tamam, küçük bir evde yaşıyorum ama ahşap
parke, tahta masa, her şey tertemiz. Bunu ona açıklamaya çalıştım ama beni
hiçbir şeyi görememekle suçladı. Kendini zorlayarak susmuştu o gün, bunu
hissetmiştim. Olanları tekrar etmek istemiyordu. Karşı komşum Rana Hanım yine
öfkelenip bağırmaya başlayınca gitmek zorunda kaldı. O zamandan beri onu
görmedim.” Bir şey söylememe izin vermeden, “Hadi gidelim,” diye ekledi.
“Yağmur yağdığını biliyorum ama dünyada görülecek çok şey var ve buraya tıkılıp
kalmak istemiyorum. Bazen bu yüzden evimin boğucu geldiği bile oluyor. En son
oradan koşarak çıkmıştım.” Çevresine bakındı ve gördüğü bir şey onu
heyecanlandırdı. “Şurada bir adam oturuyor,” dedi bana bakışlarıyla işaret
ederek. “Onunla konuşalım mı?”
“Her
yabancıyla konuşur musun sen?” diye sordum biraz imayla ama konu o olunca bunda
şaşılacak bir şey yoktu. Benimle de böyle konuşmaya başlamıştı.
“Evet,”
dedi omuzlarını silkerek. “Ne yapacak? Sokakta gördüğü kimse yüzüne bakmazken
ben insanlık gösterip onunla konuştum diye bana zarar mı verecek? Sanmıyorum.”
Cevabımı
beklemeden kalkarak adamın karşısına geçti ve, “Merhaba, efendim,” dediğini
duydum. “Rahatsız etmiyorsam oturabilir miyim acaba?” Elini havada sallayarak
gelmemi işaret ediyordu ama adam orada oturmasına izin verene kadar
gitmeyecektim. Kafamı salladım.
“Ne istiyorsun?”
diye sordu adam asabi bir sesle elindeki bardaktan kahvesini içerken. Başında
bir şapka, üstünde krem rengi bir ceket vardı.
“Birkaç
hikâye efendim, yalnızca birkaç hikâye. Kız kardeşim ve ben yağmurda buraya
sığınmak zorunda kaldık. Ve düşündük ki siz, bize bir şeyler anlatabilirsiniz.
O da dinlemekten memnun olacaktır.” Bu seferki el işareti aceleci ve öfkeliydi
ama kaşlarımı kaldırarak adamın henüz onaylamadığını söylemeye çalıştım.
“Kendisi lavaboda da.”
Adam o zamana
kadar başını kaldırmamıştı. Ağır ağır kahvesini yudumlamaya devam ederken ilk
defa başını kaldırdı. “İkidir el işareti yaptığın kişi mi bu kız kardeşin?”
diye sordu güler gibi. Gözlerinin görmediğini o an fark ettik. “Hava dalgasını
hissedebilirim, biliyorsun.”
Cihan’ın
yüzünün kızarıklık kazandığını loş ortama rağmen fark edebildim. Utana sıkıla
yanlarına yürümekten başka çarem kalmamıştı. “Kusura bakmayın efendim,” dedim
altmış yaşlarında olan adama. “Abim, hikâyeleri sever. Sadece-“
“Evet,
evet, anladım,” diye sözümü kesti adam. “Hikâye duymak istiyorsunuz. Bunun için
de kör bir adama denk gelmeniz şaşırtıcı. Doğruyu söyleyin, beni soymaya mı
çalışacaksınız?”
“Kesinlikle
hayır,” diye karşı geldik aynı anda. Korkuyla birbirimize baktık. Nasıl iğrenç
biri kör bir adamı soymaya kalkardı? “Kötü insanlar değiliz biz,” diye ekledim
üstüne.
Adam
ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Buna karşılık Cihan sadece, “Gözlerinizi
nasıl kaybettiniz?” diye sordu. Bunu o kadar normal bir şekilde dile getirmişti
ki sanki ona nasıl olduğunu soruyormuş gibiydi.
“Doğuştan,”
diye yanıtladı adam. “Hiç renk görmedim.”
Hiçbir
tepki vermemeye özen gösterdim ama hiçbir rengi görmüyor olmamın ne kadar kötü
olacağını düşünmekten kaçınmak mümkün değildi. Annemin kazadan hemen önce elimi
tutan ellerindeki kırmızı ojeleri, Enes’in gülümseyen kahverengi gözleri,
denizin mavisi ve ağaçların yeşili… Bunları görmeden yaşamak iğrenç olsa
gerekti. Sessiz kaldığına göre Cihan da aynı şeyleri düşünüyor olmalıydı. Belki
de şu an Güneş’in sarı tüylerini hayal ediyordu.
Bir an
sonra adamın güldüğünü fark ettim. “Yüzlerinizdeki ifadeyi göremiyorum ama
gerçekten komik olmalı.” diyordu. “Gözlerimi yirmi dört yaşında, doktorların
yaptığı bir aptallık yüzünden kaybettim.” Cihan bizi oyuna getirmesine güldü.
Benimse kaşlarım çatılmıştı. Nasıl bir insan böyle bir acıyla dalga geçerdi?
Ama konuşmak benim hakkım mıydı? Göremeyen oydu. Oysa ben o kazadan hiç böyle
gülerek bahsedemeyecektim. Bahsetmek de istemezdim. Acımı indirgemezdim.
Adam devam
etti. “Sonra tazminat davası falan açıyorsunuz ama para, gözlerinizi geri getirmiyor
tabii. Yine de kızgınlığım uzun zaman önce geçti. Belki hâlâ renkleri
göremiyorum ama hissettirdiklerini hatırlıyorum. Hiçliğin yanında bunu tercih
ederim.”
Bunu
-sizden tüm dünyanızı alan insanları affetme fikrini- ve adamın tavrını katlanılamaz buldum ama
hakkında tek kelime etmedim. Cihan’a kalkmak istediğimi söylemeye çalıştım.
Anladığında, teşekkür ederek masadan ayrıldık.
Yerimize
vardığımızda kısık sesle, “Ne oldu?” diye sordu masanın üzerine eğilerek. Orada
bana itiraz etmemişti ama aslında nedenini merak ediyordu.
“Sadece,”
diye başlayarak açıklamaya çalıştım. “Kendi acısı bile olsa böyle bir şeyi
küçümsemesi bir pislik olduğunu düşündürttü bana. Ben asla o kazadan böyle
bahsedemem. Bu, bacaklarını kaybetmiş birinin, ‘Bacaklarımın gitmesi çok kötü
oldu ama tekerlekli sandalye çok rahat,’ demesi gibi bir şey. Tamam, öyle değil
ama anladın işte. Saçma. Gerçekçi değil. İnandırıcı değil.”
“Ben saçma
olduğunu düşünmüyorum. Herkesin acıyla baş etme yöntemi farklıdır. Benimki
farklıydı, seninki farklı ve o adamınki de farklı. Başka biriyle konuşmuş
olsaydık, onda da bunu görecektin. Bir alkolik ya da bir çocuk, herkes acısını
farklı şekilde yaşar. Senin yerinde olsam ne yapardım biliyor musun? Eğer
kendimden daha yüce bir varlığın olduğuna inanıyorsam, ona şükrederdim. Onları
benden aldığı için kızmak yerine, onları hatıralarımda yaşatma imkânı verdiği
için. Anne ve baban sen onları hiç tanımadığın bir zaman ölmüş de olabilirdi.
Ama sen onlarla koskoca sekiz yıl geçirdin.”
“Böyle
konuşma!” diye bağırdım. “Anne ve babam hakkında böyle konuşma. Yıllar boyunca
halamın ve eniştemin yanında yaşadım ben. İyi insanlar olmaları, yıllar boyunca
onlara yük olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Şimdi de neyi savunacaksın? Yetimhanede
büyümüş de olabilirdin, mi diyeceksin?” Yaşlar gözlerime doldu. “Bu cidden
saçmalık.”
Onu orada
bırakıp gitmek istedim ama dışarıda sağanak bir yağmur vardı. Çıkarsam yağmur
tenime kurşun gibi batardı. Beklemek zorundaydım. Başımı önüme eğdim ve sustum.
Ve aslında dakikalar geçtikçe yavaş yavaş sakinleşiyordum. Yanaklarımın içini
ısırdım, masanın üstünde ritim tutan parmaklarımı bırakarak Cihan’a baktım.
Şefkatle gülümsüyordu. Yaşadığı onca acıya rağmen gülümsüyordu. Dünyayı onun
gözünden görmeyi beceremedim, ama yaklaştığımı hissettim. Belki acılar için de
bu geçerliydi. Sadece dakikalar değil, yıllar gerekiyordu.
“Anlamaya
başladın,” diyerek gülümsedi. Ben de ona bağırdığım için sıkkınca gülümsemeye
çalıştım. Ona bağırdığım için bana alınacak falan değildi yine de. Bir
çocukmuşum gibi merhametle bakıyordu. “Özellikle o acıya tutunmuyorsan, zaman
acımasızca birçok şeyi siler.” dedi. “İyileri bile sildiği olur ki aslında en
çok iyi anılarını yozlaştırır. Yine de, insanız. Unutabilmemiz gerekiyor zaten
ve bunu bir şekilde olsun yapabilmeyiz. Bunda yanlış olan hiçbir şey yok. Acıyı
yatıştırman ona ihanet ettiğin anlamına gelmez. En azından ben böyle
düşünüyorum.”
Sessiz
kalarak etrafa bakındım. “Artık gitmek istiyorum.” dedim. Güzel yüzünü
seyretmek istiyordum. “Hem belki gözlerini açmıştır.”
“Bir taksi
tutabiliriz.” diye önerdi.
“Taksi bulana
kadar sırılsıklam oluruz.”
“Yani?”
diyerek omuz silkti. Hastalansam bile, iyileşecektim.
Bu sefer,
“Hadi,” diyen ben oldum. Sırılsıklam olacağımız kadar bir süre dışarıda bir
taksi bulmaya çalıştık. Aynı anda yürüyorduk da. Sonunda bir taksinin içine
girdiğimizde koltukları sırılsıklam yapmıştık. Hastaneye vardığımızda şoförden
özür dileyerek ve fazladan para vererek taksiden indik.
“Güneş,
ıslanmış olmalı,” dedim hastanenin içerisine koştururken. Aynı zamanda çantamı
yağmurdan korumaya çalışıyordum.
“Kendine
bir yer bulmuştur,” diyerek gülümsedi Cihan.
Hastanenin
kapısına varana kadar koşmaya devam ettik. Sonunda beyaz ışıklar yüzümüzü aydınlatmaya
başlamıştı. “Geliyorsun, değil mi?” diye sordum yönümü istemsizce içeriye doğru
dönerken. Onu görmek için can atıyordum. Eğer uyanmışsa yanına girecek, ona
gülümseyecektim. Bu zamana kadar olan bütün her şeyi bırakıp ona gülümseyecektim.
En azından arkadaşı olarak yapacaktım bunu.
“Güneş’i bulmam
gerekiyor,” dedi Cihan ama bu sefer hüzünlü ve canı sıkılmış gibi duruyordu.
Yağmur dinmeye başlamıştı. “Acaba sen… Yolculuk için…”
“Evet,
tabii,” dedim elimi cüzdanıma atarak. Benim üstümde deri bir ceket vardı. Onun
da üstünde bir trençkot vardı ama altında sadece mavi hastane önlüğü vardı ve o
da dizlerini bile açıkta kalıyordu. Donmuş olmalıydı. İki yüz elli liradan
taksi ücretiyle birlikte geriye sadece iki yüz yirmi lira kalmıştı. İki yüz
lirayı ona uzatarak, “Giyecek bir şeyler de almayı unutma,” dedim. Dünyanın
öbür ucuna gidebilirdi o bu parayla. Ama ben ondan giyecek bir şeyler de
almasını istiyordum. İyi olmasını istiyordum.
“Üstümdekinin
yakışmadığını ima ediyorsun galiba,” diyerek güldü. “Bunu görmezden geleceğim.”
Güldüm. Bana son bir kez daha gülümsedi ve beyaz spor ayakkabılarını hastanenin
avlusunda birikmiş sulardan sakınarak yürüdü. Uzakta, bir ağacın altında
Güneş’i bulduğunu görür gibi oldum. Sonra gözden kayboldu. Bir daha onu hiç
görmedim.
Ama onu
kaybetmemiştim.
O, şimdi
buruşuk ellerimle buruşuk ellerini tuttuğum adamı kazanmamı sağlamıştı. O gün,
ona gülümsememi sağlamıştı. Ve hâlâ onun, çocuklarımın ve o günden sonra
mükemmelleştirdiğim çizimin içinde yaşıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder