Çöp eser. Bu
kavramı birçok yerde, birçok eser için duydum; hatta eserleri geçelim, bazı
yazarlar için bile bu tabirin kullanıldığına şahit oldum. Birileri çıkıp diyor
ki bu adamın/kadının yazdığı şey okunmaz. Neden? Birkaç kötü eseriyle
karşılaştığın için mi? Senin zevkin bütün topluma mal edilebilir olduğu için
mi? Yoksa o yazarın yazım tarzında toplumun çoğunluğunun beğenmediği bir yan
bulunduğu için mi? Peki kim bu çoğunluk ve nedir bu beğenilmeyen yanlar? Gelin
inceleyelim.
1. Eserdeki betimleme miktarı: Ben, Balzac’ı okumaktan büyük haz alan
biri olarak, betimlemeli eser seven taraftanım fakat birçok insanın betimlemeyi
laf kalabalığı olarak gördüğünü de biliyorum. Bunu özellikle somut şeyler için
savunuyorlar, bunun da farkındayım. Ruhsal betimlemeler, karakterin iç
dünyasına olan yolculuklar daha heyecan verici çünkü. Ben de az çok bir vazo ve
aşkın aynı kelime yoğunluğuyla tarif edilemeyeceğine katılıyorum ama bence bu
yine de vazonun sadece üstündeki çatlaktan ve içindeki kurumuş çiçekten ibaret
olmasını gerektirmez. Ben isterim ki yazar bana vazonun üstündeki çatlağın
hangi kavga yüzünden olduğunu, yapıştırılan yerin desenin en güzel yerini nasıl
da bozduğunu ve içindeki kurumuş çiçeklerin susuzluktan değil, ruhsal bitkinlikten
beslenerek öldüğünü anlatsın.
İki
uç örneğe gideceğim şimdi. Biri, sözde bir roman fakat içindeki cümleler
ilkokul cümleleri basitliğinde, o kadar ki kalabalıktan çok basitlik yoruyor
sizi, zihniniz o basitliği kaldıramıyor; diğeri ise Deniz Feneri, Kurtlar
Sofrası gibi zorlayıcı bir anlatıma sahip, aynı sayfayı tekrar tekrar okumanızı
gerektirecek kitaplar… İkisini de güzel eser kategorisine ekleyemiyorum ben ve
bütün bunların ışığında buradan yalnızca şunu çıkarabildiğimizi düşünüyorum:
Azda da çokta da aşırıya kaçmamak gerekliliği. Bu açıdan baktığımızda güzel
dediğimiz bütün eserlerin hep bu uç noktalar arasında yer aldığını görüyoruz.
Bazen birine daha yakın fakat asla o eseri tekrar açmaktan sakınacağımız kadar
da uçta değil. Ve tabii bu uç noktaların varlığı belirsiz, kişiden kişiye
değişiyor; oldu da herkes için kabul gören bir uç nokta belirledik diyelim, bu
sefer de bu uç noktalar arasında birçok seçim beliriyor. Öyleyse şunu
diyebiliriz: Betimlemenin boyutunun kişi üzerindeki etkisi mutlaka değişken,
asla tam bir ölçütü yok. Yani kimse betimleme miktarı yüzünden kendi kararını topluma
addederek bir esere, “O çöp ya, ona bakma bile.” deme hakkına sahip değil.
2. Yararlılık: Şimdi burada sanat sanat için midir yoksa
toplum için midir tartışması çıkarmayacağım fakat edebi eserleri bazı
insanların okumaması ve sevmemesinde ya da çöp demesindeki ana etkenlerden biri
de bu. Kimisi edebiyatın insana bir şeyler kazandırması, fikirsel anlamda onu
geliştirmesi gerektiğini düşünür kimisi de edebiyat yalnızca kulağa hitap
etmelidir, onda anlam aramak aptallıktır, der. Ben ikisinin arasında bir yerde
yer alıyorum. Bence edebiyat kulağa melodi gibi gelmekle kalmayıp anlamlı da
olabilir. Birinden birini seçmek zorunda olduğumuza inanmıyorum.
Yararlılık
sadece burada mı bitiyor peki? Kesinlikle hayır. Yararlılığı bir mühendis
makineyle ilgili bilgilerin yer aldığı bir kitapta, bir balıkçı balık
türlerinin anlatıldığı bir kitapta, bir gezgin zararlı bitki türlerinin
özellikle resimlerle gösterildiği bir kitapta ya da ahiret inancı olan biri
tanrının, peygamberlerin anlatıldığı konularda arayabilir. Böyle teknik konulu
kitapları okuyanlardan da edebi eserlerin tümüne karşı bir çöp eser yargısı
görmek mümkün. Zamanında bir politikacımıza roman okuyup okumadığı sorulduğunda,
“Ben masal okumam.” diye kestirip atmıştı mesela. Ben bir politikacı olsaydım şüphesiz
1984, Hayvan Çiftliği, Demir Ökçe gibi eserleri masal diyerek geçiştiremezdim
ya da, “Kitap dediğin öbür tarafta işe yarayacak.” diyen biri olsaydım da
herhalde en azından bu dünyada da düşüncemi yapımı geliştirecek fikirler
edinmeye çalışırdım. Fakat hiçbirimiz aynı değiliz değil mi? Çünkü diğer bir
açıdan bakacak olursak, bir şair de makineyle alakalı bilgilerin yazılı olduğu
bir kitabı çok kolay bir şekilde, “İşe yaramaz.” olarak nitelendirebilir. Öyleyse yararın da evrensel bir nitelik
olmadığını, kitabın değerini belirleyemeyeceğini, her şeyin ölçüsünün yine
sadece insan olduğunu söyleyebilir miyiz?
3. Yazarın yaşı: Çoğu zaman olgunluğun zamanla erişilen
bir hal olduğunu düşünürüz. Haklı olduğumuzu gösteren birçok kanıt da vardır
tabii. İnsan bir gün önceki aklını bile beğenmez, geçtim ki yirmi yaşında
yazdığı eseri beğensin, değil mi? Ben de şahsen on altı yaşımda yazmaya
başladığım eseri şu an beğenmiyorum. Bunun sebebi en başta Acının İzleri’nin
yaşıtlarına fazla benzemesi benim için. Ne kadar denersem deneyeyim eseri
yalnızca ben ve çok iyi birkaç okuyucum diğer örneklerinden ayırt edebildi ve
bu benzerlikten ufak değişikliklerle kurtulmaya çalışmak bir süre sonra fazla
yorucu olmaya başlamıştı benim için. Fakat yazdıklarımdan asla yaşım
dolayısıyla, deneyim eksikliği nedeniyle şüphe etmedim. Çünkü yazdığım hisler
sonuna kadar gerçekti. Yine de bir eseri başyapıt yapmak için bu yeterli olmamaya
başladı benim için. Acının İzleri’ni yazmayı yavaş yavaş bıraktığım anlar,
benim büyük anlamsal sorgulamalara girdiğim bir dönemde olmaya başladı ve işte
tam da o zamanlar eserin ruhsal çözümlemeler dışında bir anlamının, öğretecek
bir şeyinin olmasını istediğimi fark ettim. Kendime Jack London’u, George
Orwell’i örnek almaya başladığım zamanlardı bunlar.
Benimle
beraber aynı internet sitesinde yazmaya başlayan arkadaşlarım şimdilerde
eserleri için ne düşünüyordur bilmiyorum ama bence Victor Hugo da beğenmemiştir
yirmi bir yaşındaki eserini. Dostoyevski de mutlaka yirmi beş yaşında yazdığı
eserde yırtılması gereken sayfalar olduğunu fark etmiştir zamanla. Ve belki bu
yaşlarda yazdığı eserleri beğenmeyip yırttıkları için büyük yazarların günümüze
ulaşmayan birçok eseri vardır. Fakat insan doğası tam olarak da bu demek zaten.
Muhammed Ali’nin de dediği gibi:
Dolayısıyla
buradaki asıl mesele yaşamda değil, edebiyatta genç olmaktır. Ve okudukça, öğrendikçe de görürüz ki
edebiyatta yaşam sonsuzdur, onun için her zaman bir annenin yavrusunu gördüğü
gibi bir çocuk olarak kalacaksınızdır. Dolayısıyla bir yazar, yazdığı eseri
tamamen beğeneceği noktaya asla gelemez yaşamda.
Peki
ya eleştirmenler? Bence gerçek bir eleştirmen bir eseri asla sırf yazarın yaşı
dolayısıyla yabana atmaz. Eserin iyi ve kötü yanlarını yazardan bağımsız olarak
ayırt edebilir. Bu özelliği kazanması gereken diğer bir kesim ise okuyucu
olmalıdır mutlaka. Altmışına merdiven dayamış biri, henüz eseri hiç okumadan,
“Bunu yazan daha çocuk, bana ne öğretebilir ki?” derse geleceği oluşturmaya
başlayan edebiyata giderek yabancılaşacaktır. Üstelik sormak lazım, kendisi hiç
mi küçükken büyüklerin bazı şeyleri anlamadığını düşünmemiştir?
Demem
o ki bence yazar hangi yaştan olursa olsun, yalnızca yazdıklarıyla var olmalıdır.
Üstelik gençlik insanın en üretken çağıyken bu yaştaki insanların hevesini
kırmamak; yalnızca hep daha iyisini yapmaya teşvik etmek, desteklemek gerekir.
Ancak o zaman hiç ayak basılmamış yerlere gidebilir, ancak o zaman yeni yerler
görebiliriz. Ancak o zaman, şekillenir gelecek önümüzde, en güzel şekliyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder