Yazar olmak ya da en azından bir tanesi olmaya karar vermek, hayatınızda gerçekleştirebileceğiniz en köklü değişikliklerden biridir. İlk başlarda, bir liseye kaydolan gencin heyecanını ve korkusunu yaşarsınız. "Bu insanların arasında yapabilir miyim?" sorusu yazarlıkta, "Bu kadar yazarın arasında yapabilir miyim?" sorusuna dönüşür ve buradaki asıl sıkıntı bir yazar olarak 'hatırlanabilir' biri olarak kalmak istemenizdir.
Oysa lisede ya da toplumun herhangi bir yerinde insanların arasından öylece sıyrılıp geçebilirsiniz ve çoğu zaman bunu istersiniz de. Fakat yazarken -en azından bu benim için böyle oldu- yazdığınız hayatların bilinmesini, okunmasını, sizin zihninizde olduğu kadar başkalarının zihninde de yer edinmesini istersiniz. Ve işte bu karar sizi, olaylar zincirindeki ilk noktaya, zincirleme araba kazasında kaza yapan ilk arabanın içine koyar.
1) 'Yazmak istemek ama yazamamak' durumunun sürekli olarak yaşanması.
Sürekli olarak yazmak istememe rağmen,
kelimeler her zaman parmak uçlarımdan dökülmüyor. Şahsen bu yazıyı yazarken de
aynısını yaşıyorum çünkü blog yazısı yazmak kurgudan farklı bir şey ve
bilinmezlik beni olduğu kadar, sizi de ömrünüzün sonuna kadar korkutmaya devam
edecek. Yazmaya karar verdiğinizde, en çok sıkıntı yaşayacağınız şey de
muhtemelen bu olacak.
Bu, uzun zamandır yapmak istediğiniz
bir işe sonunda başlamak gibi. Başlıyorsunuz fakat çoğu zaman devamını nasıl
getireceğinizi bilmiyorsunuz. Size bir asır gibi gelen bir süre boyunca bu
konuda kafanızı patlatmış olsanız bile. Bu yüzden kâğıt daha başlığın ortasına bile gelmemişken defterden koparılıp atılıyor, açılan sayfalar bir tıkla
kapanıveriyor. Fakat zaman geçtikçe ve siz hâlâ yazamadıkça eğer biraz da
ısrarcı bir kişilikseniz, içinizdeki ateş sönmek yerine daha fazla yanmaya
başlıyor.
En çok sorulan sorulardan biri de bu
aslında. “Yazmak istiyorum ama yazamıyorum, ne yapmalıyım?” Aslında bu soru
tamamen ayrı bir yazının konusu olabilecekse de, yazamayanlara en büyük
önerim, vazgeçmeden yazmaya devam etmeleri olur. Zamanla yazım
tarzınızı, sizin için en uygun yazma zamanını ve yerini öğreniyorsunuz. Bu sizin
için sabah bir fincan çayla açık havada güne yazarak başlamak anlamına gelebilir.
Kimisi için ise yazmanın en uygun olduğu vakit zihninizin içindeki seslerin bile gecenin karanlığına boğulduğu anlarda yatak odanızda, kendi
masanızın başında olmaktır.
Yine de yazmak, yazabilmek için
sakin bir ortama, ilhama ya da kâğıt-kalemden başka herhangi bir şeye ihtiyaç duymak gereksizdir. Kaosun bile kendine has bir
güzelliği vardır.
2) Alarma ihtiyaç duymama durumu.
Alarma ihtiyacım yok, düşüncelerim beni uyandırıyor. (Ray Bradbury)
İlk başta karakterlerinizi
düşündüğünüz için uyuyamamanızla başlayan bu durum, sonraları gecenin bir
yarısında da bu düşüncelerin sizi uyandırmasıyla devam eder. Her sabah, gece
kaç kere bu yüzden uyandığınızı saymaya, hatırlamaya çalışırsınız. Bazen de
sadece sabahları kafanızda uyumak yerine kalkmanız ve yazmanız gerektiğini
söyleyen baskın bir ses olur ve bu ses de aslında gece boyunca bunu fısıldamış
durmuştur size. Sadece siz geceden kalan parçaları çok sonra birleştirmeye
başlarsınız.
Sabah erken kalkmak da hiç sorun olmaz artık. Fakat sıkıntılı olan kısım da şudur ki gece de uyuyamamışsınızdır. Yine de
kaosun getirdiği güzelliklerden birisi de işte budur: Rahat bir uyku
çekmektense; kitap karakterlerinizi, yazımınızı düşündüğünüz için uyuyamamaktan gurur
duyarsınız. Bu size, buna gerçekten önem verdiğinizi hissettirir. Eh, itiraf
edeyim, oldukça ıstıraplı bir şekilde.
3) Başucunuzda not defteri bulundurma alışkanlığı kazanmanız.
Bu madde aslında geceleri sizi
avlayan o duygunun, çok nadir de olsa iyi bir işaret olmasıyla alakalı. Bazen
gün içinde de aklımıza çok iyi fikirler gelir ama ‘nasıl olsa hatırlarım’
mantığı güttüğümüz için çoğu zaman aklımıza güzel bir fikrin geldiğini bile
anımsamayız, ne ile alakalı olduğunu hatırlamayı geçin yani. Bir yazarken ise
bu, günlük bir şey olmaktan çıkar çünkü ufak bir simgenin bile kitabınız için ne
kadar önemli olacağını tahmin edemezsiniz. Aynı şekilde gecenin bir vakti gelen düşünceleri sırf o an uykulusunuz ve kalem-kağıt almaya üşendiniz diye hiç hatırlamamak üzere unutabilirsiniz.
Bu yüzden geceleri gelen küçük ayrıntılar için başucunuzda bir kalem ve kağıt bulundurmak o düşüncelerin kendisi gibi güzel bir fikirdir.
4) Olaylara olan bakış açınızın değişmesi, satır aralarını okuma özelliği kazanmanız.
Yazarlıkla uzaktan yakından alakası
olmayan bir insanın bile gözlem yeteneği çok kuvvetli olabilir. (Bkz: Gregory
House) Fakat eğer yazmak isteyen biriyseniz, zamanla ayrıntıları görmeniz
gerektiğinin farkına varmaya başlarsınız.
Satır aralarını okumalı, söylenmeyen anlamları –paranoyaklaşmadan- anlayabilmelisiniz. İyi bir yazar olmak istiyorsanız ya da en azından bir şeyleri normal birinden farklı olarak anlatmak istiyorsanız, normal birinden farklı görmelisiniz. Hiç kitap okumayan birinin kitaptaki kelimeleri sadece kelime yığını görmesiyle, roman okumayı seven birinin o kitapla arasında kurduğu bağ nasıl onu romanları farklı görmeye itiyorsa; yazarın da dünyayı diğerlerinden farklı görmesi gerekir. Öyle ki, yazmak istesin, kimsenin bilmediği dünyaların kapısını aralayabilsin ve bize oradaki güzellikleri tasvir edebilsin.
Satır aralarını okumalı, söylenmeyen anlamları –paranoyaklaşmadan- anlayabilmelisiniz. İyi bir yazar olmak istiyorsanız ya da en azından bir şeyleri normal birinden farklı olarak anlatmak istiyorsanız, normal birinden farklı görmelisiniz. Hiç kitap okumayan birinin kitaptaki kelimeleri sadece kelime yığını görmesiyle, roman okumayı seven birinin o kitapla arasında kurduğu bağ nasıl onu romanları farklı görmeye itiyorsa; yazarın da dünyayı diğerlerinden farklı görmesi gerekir. Öyle ki, yazmak istesin, kimsenin bilmediği dünyaların kapısını aralayabilsin ve bize oradaki güzellikleri tasvir edebilsin.
Bu amaç doğrultusunda, gördüğünüz
her yüzü daha fazla inceliyor, insanların gözlerindeki ifadeyi anlamaya ve bir
kitabın sayfasındaki gibi kendinize anlatmaya çalışıyorsanız, yazmanın
getirdiği bir özelliği daha taşımaya başlamışsınız demektir. Ki bu bende
kitaptan film olmuş hikâyeleri izlediğimde, “Acaba yazar bunu kitapta nasıl
anlattı?” şeklinde sorgulamamla vuku buluyor. O an sahnede bir adam
öldürülüyor, bir araba havada takla atıyor, devasa bir ahtapot sizi
bacaklarınızdan çekerek sürüklüyor ya da bir ejderha havada alev püskürterek
uçuyor olabilir, hatta rastgele bir sokakta yapılan sıradan bir yürüyüş de
olabilir bu. Asıl mesele, bunların hepsini kafanızın içinde bir düzene
koymanız, bir süre sonra uyumsuzluğun içinde uyum yaratmanızdır. Ve tabii, bunu
anlatmak istemeniz.
5) Sürekli olarak hikâyeleriniz için parçalar aramanız.
Bu gerçekten sinir bozucu olabilecek
bir madde. Kaç saat boyunca bir resmi, bir şarkıyı ya da bir kelimeyi aradığımı bilmiyorum. Bu bir bölüm adı olabilir, bir imge olabilir ya da yeni
başlayacağınız kitap için bir başlık. Fark etmez. Baktığınız her yerde size
bunu söylemeye çalışan bir gücün olduğu yanılgısına kapılırsınız. Öyle ki tuhaf
şeyleri not etmeye başlarsınız, sırf bir sahneye ya da bir konuşmaya uyacağı
için. Hatırlıyorum da bir ara, ‘Mezarlık Hikâyesi’ diye bir şey not etmiştim.
Arabada geçen bir konuşmada duyduğum bir hikâyeydi ve o hikâyede şu an
hatırlayamadığım her ne oluyorsa bunun bir sahneye çok iyi uyacağını
düşünmüştüm. Fakat böyle kısa ya da bu kadar belirsiz başlıklar atınca hiçbir
şey anlamıyorsunuz. Hâlâ ne olduğunu düşündüğüm zamanlar oluyor, belki
kullanmam gereken o zaman gelecek diye. Fakat hiçbir zaman gelmiyor. Değerli
olmasının sebebi de bu zaten. Eksik parçayı bulmuşsunuz gibi hissediyorsunuz
fakat sonra bu parça hiçbir yere uymuyor. Fakat içgüdünüz emin. O parça bir
şekilde oraya olmuştu, bunu biliyorsunuz!
Kafanızı yemenize sebep olacak bir
durum gerçekten.
(Ben bir yazarım. Ki bu tabii ki, 'Gerçekçi olmayan
beklentilerle dolu kendi garip hayal dünyamda
yaşıyorum.' demenin başka bir yolu. Anlayışınız için teşekkürler.)
6) Kendi kendinize konuşma oranınızın tavan yapması ve kafanızda, aslında hiç yazılmayacak diyaloglar kurmanız, hayatta olmayan insanlarla konuşmanız.
Yazarların garip sayılmasının bir nedenin de bu olduğuna inanıyorum. Ya da belki en başında garip kişilikler olduğumuz için –daha doğrusu kendine has mı demeliyim?- yazmaya karar vermişizdir. Cevap ne olursa olsun, kafanızda karakterlerinizle konuşmanız ve onları konuşturmanız gibi bir gerçek var. Hatta eğer bir gariplik varsa fark edebileyim diye cümleleri sesli sesli tekrar ederim ben. Aynı sayfanın üzerinden birkaç kez geçince bu yetiniz de kayboluyor tabii.
Hatta bazen o kadar
aptallaşıyorum ki, uzun bir kelimeyi sürekli olarak yanlış yazmaya başlıyorum.
Öyle ki kelimeler kafamda bir anlam çağrıştırmamaya, sadece bir araya gelmiş
olan harfler gibi gelmeye başlıyor.
Kendi kendinize konuşmanızın bir yan
ürünü olarak da, sürekli olarak, “Bana mı dedin?” gibi sorular çoğalmaya başlar çevrenizde. Ve cevap, “Yok, hayır, kendi kendime
konuşuyordum.” olur genelde. Ve ilk başta çekinerek söyleyebileceğiniz bu
cümle, yazar kimliği altında normalleşen bir başka şeydir. Karakterlerimiz için ağlamamız ya da gülmemiz de oldukça normaldir aslında. Her
yazdığımız sefer de bile üstelik. Her ne kadar hayal dünyamızda yaşadıklarının bilincinde olsak da, o insanlar hayatımızdaki birçok şeyden daha gerçektir çünkü.
7) Yeni yerler, yeni şeyler keşfetme isteği duymanız.
Yazar olmak istiyorsak, diğerlerinden ayrı olarak anlatacak bir
şeylerimiz olmalı demiştim. Bu, birçok asosyal insanda –ki yazarlar aslında asosyal
değildir, kafalarında konuşuyor da olsalar bir sürü arkadaşları, hatta arkadaş
grupları bile vardır; tamam, belki bu madde üzerine şizofreniye yatkın
oldukları konusuna katılabilirim- nasıl kendini gösteriyor bilmiyorum ama, ben
de yeni yerlere seyahat etme isteği oluşturdu. Aslında çok nadir evden çıkan
biriyimdir ve dışarıda vakit öldürmekten de hiç hoşlanmam. Fakat söz
konusu yazmak ve bunun için bir keşfe çıkmak olunca, kazın ayağı öyle olmuyor. En
azından keşfe çıkmak istediğiniz yerler Viyana, Roma, Moskova gibi yerler olunca öyle
olmuyor, diyebilirim.
Ve işin garip tarafı, çok garip
şeyleri tecrübe etme isteği de duyuyorsunuz. Bir keresinde, sırf bir gün bunu
tarif etmem gerekir diye, “Aman dikkat et, düşme.” dedikleri merdivenden
düşmeyi hayal ettim. Sadece kolum falan kırılsa yeterdi. O anki düşme hissinin
nasıl olduğunu merak ediyordum sadece. Sırf bir gün anlatmam gerekirse diye,
buranın altını çiziyorum. Bu gerçekten garip bir madde işte.
Bonus: İş, okul meselesi.
Çalışmak için bu her zaman geçerli olmasa
da –çünkü kitabınızı yazarken aynı zamanda yaşamınızı sürdürebilmeniz için para
kazanmanız gerekiyor-, yazar olmak isteyen birçok kişi, günlük hayatlarında
yazmaya vakit bulamadığı için bir süre sonra yazarlığa tam zamanlı bir iş
olarak başlarlar. Bu yüzden üniversite kaydınızı dondurmasanız bile, eskisi
kadar bu konuda stres yaşamamaya başlarsınız. Ya da yazmaya üniversite sınavından önce başlamışsanız ve yazdıkça, yazarlığı tam zamanlı olarak yapmaya
karar vermişseniz –ki aslında çoğu yazar tam zamanlı çalışır çünkü sürekli
olarak kafamızda kurgularımızı düşünürüz- üniversite sınavı bile o kadar
korkutucu gelmemeye başlar. En azından bu benim için böyle gelişti. Tabii bu
tembellik için bir bahane değil, olmamalı. Çünkü zaten yazar olunca da
yatmıyorsunuz. Yazmanız gerekiyor. Sürekli olarak yeni bir şeyler öğrenmeniz
gerekiyor. Delice araştırma yapmanız gerekiyor. Ve aslında John Grisham, adli
gerilim türünde yazan bir avukattı ve mahkemede, davalardan sonra bulduğu boş
vakitlerde yazıyordu. Aynı şekilde Sherlock Holmes hikâyeleriyle tanıdığımız
Arthur Conan Doyle da aslında bir cerrahtır. Kısacası yazarlık meslek hayatınız
hakkında endişelerinizi azaltsa da, bu, yazarlık dışında iyi bir mesleğinizin
olamayacağı anlamına da gelmez. Sadece bu konuda biraz daha rahatlama lüksünüz vardır artık.
İşte böyle. Eğer bir gün yazar
olmaya karar verirseniz, milyonlarca değişimin içinden ilk fark edecekleriniz
muhtemelen bunlar olacaktır. Umarım
yazar olmaya yeni karar verenleri ya da henüz düşünme aşamasında
olanları korkutmamışımdır. Korkmuşsanız bile, dünyamız genel olarak
bundan ibaret. Keyfini çıkarın! Ha unutmadan, ödev yapmayanları almıyorlarmış diye
duydum.
Yazar, ömrünün geri kalan bütün
günleri boyunca ev ödevi yapmaya gönüllü olmuş kişidir. (wintersrelief.tumblr.com)
Cidden çok samimisin ve okuduğum en iyi yazılardan biriydi. Bu güzel yazı için çok teşekkürler. Umarım emeklerinin karşılığını alırsın
YanıtlaSilAsıl ben teşekkür ederim!
SilCidden çok samimisin ve okuduğum en iyi yazılardan biriydi. Bu güzel yazı için çok teşekkürler. Umarım emeklerinin karşılığını alırsın
YanıtlaSil