Bazen okuduklarımız ve izlediklerimiz konusunda fazlaca başkalarının etkisi altında kaldığımızı düşünüyorum. Onca dünya klasiği,
onca kült film… Ve bunları izlemeden yıllar önce bile bu kitaplar ve filmler
hakkında bir fikrimiz oluyor. Konularını, karakterlerini, alınması gereken
mesajı bile biliyoruz. Her ne kadar bu mesaj kişiye göre değişmeliyse de,
sürekli aynı şeyleri okumak bu kitaplardan çıkarmamız gereken şeyleri bile
tekdüze hâle getirmeye başladı giderek. Bu eserlerin belli bir kültürel birikimi
oluşturmak adına gerekli olduğuna inanıyorum, burası doğru fakat iş öyle bir noktaya
geldi ki bu eserleri okurken ve izlerken bende bir görev bilinci oluşmaya
başladı artık. Ve bahsettiğim iyi anlamda bir görev bilinci de değil. Ben, özellikle
kitaplar için konuşmak gerekirse, bazı eserleri sırf sanki bir liste varmış da onu doldurmak için okuyormuşum gibi
hissetmeye başladım. Dünya klasikleri giderek ne kadar “kültürlü” olduğumu
gösteren bir yapılacaklar listesine dönüşmeye başladı benim için. Ve tabii ki
bu da bir ödev hissiyatı, bir kendini kanıtlama hissiyatı oluşturduğu için eskisi
gibi kitap okuyamamaya başladım.
Bu döngüyü kırmak istemem de tam olarak okuma eylemini bir
“kendini kanıtlama aracı” olarak gördüğümü fark etmemle başladı. Ben artık
biraz da hakkında hiçbir şey bilmediğim dünyaların içinde olmak istediğimi fark
ettim. Çocukluktaki gibi. Bu hem bana yeniden o heyecanı verecek, çünkü artık
kitaba dair her şeyi bir yerlerden duymuş değilim, hem de görünce
tanıyamadığımız ve tanıyamadığımız için uzaklaştığımız o kitaplara bir şans
vermek olacaktı. Ben de tam olarak bu amaçla kütüphanenin kitaplıkları arasında gezinmeye
başladım. Tanıdığım kitaplara gülümsedim ama elimi uzattıklarım, hakkında
hiçbir şey bilmediklerim oldu. Şimdi ne kitabın adını biliyordum ne de yazarını.
Gireceğim dünya tamamen sırlarla doluydu ve bu beni çok daha fazla gülümsetti.
Elime aldığım ilk kitap uzun zamandan sonra kendimi
kaptırarak okuduğum ilk kitap oldu böylece. Tanıştırayım: O Vakıt Son Mimoza adı.
İnce bir kitap ve çok tatlı da bir kapağı var. Bir öykü kitabı. İçinde birkaç
farklı kısa hikâye olsa da bu kitabı oluşturan asıl hikâye, Mimoza adlı bir
meyhanede geçiyor. Mimoza, ressam Rasim başta olmak üzere Sabri Bey, Baba
Hasan, meyhanenin sahibi Ender gibi birçok karakteri ağırlıyor, onların
yalnızlıklarına eşlik ediyor. Yine de herkes çoğu zaman kendi hâlinde burada.
Yapılanlarsa, bir kuple bir şeyler okumak, ressam Rasim’in yaptığı gibi
oradakilerin bir portresini peçeteye çizmek gibi, hep bir elli gram daha için.
Bağımlılıklar yalnızca içki, uyuşturucu gibi maddelere karşı
geliştirilmez. Bir insana da bağımlı olabilirsiniz, belli bir zararlı davranışa
da. Ressam Rasim’in durumunda bu bağımlılık içkiyeydi ama. Ve her bağımlılık
gibi, bu bağımlılık da öldürürken gülümsetiyordu ressam Rasim’i. Ve sonra bir arkadaşının
da kaleme aldığı gibi, her anının tadını çıkara çıkara intihar etmeye
başlamıştı Rasim. Hiç, bir şeyin sizin için ne kadar zararlı olduğunu bile bile
o davranışı, o alışkanlığı sürdürmemişseniz, o duruma karşı koyamadığınız için
suçlulukla birlikte zevk aldığınız, mutluluk duyduğunuz bir şey yaşamamışsanız,
Rasim’i anlayamazsınız. Ben Rasim’i anlıyordum. Yere düştükten sonra orada
kalmaya devam etme isteğini anlıyordum. Fakat ben sonunda kalktım, Rasim ise
hiç kalkamadı. Bunun bende uyandırdığı hisleri de ancak karakteri kendinizle bu
kadar özdeşleştirirseniz anlayabilirsiniz sanırım. Orada ben de olabilirdim,
diyorsunuz. Ben de yerde kalmaya, ezilmeye, hayat tarafından çiğnenip
tükürülmeye boyun eğebilirdim… Ve işte bütün bu düşünceler, bu duygular sizi
yakanızdan tutup öyle bir silkeliyor ki; kendinize geliyorsunuz, kendinizi
buluyorsunuz sanki yeniden.
Kitapların sizde oluşturabileceği etki gerçekten böyle
inanılmaz olabiliyor işte. Fakat bunun için o hikâyeye severek kulak vermeniz
gerekiyor. Birilerinin size dayatmasıyla dinleyince, en anlamlı mesajlar bile o
kadar derinden geliyor ki, çok boğuk, çok anlamsız oluyor. Ve böyle düşünen
biri olarak hayır, kimseye bu kitabı tavsiye etmeye çalışmıyorum. Yalnızca size
zevk için okumanın nasıl bir his olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Bende
uyanan duyguları paylaşıp, biraz da içimi döküyorum doğrusu, içini bana dökmüş
kitaplar sayesinde. Ve umarım bu yazıdan sonra siz de kütüphanenize, her zaman
uğradığınız o kitapçıya bir uğrarsınız ve bu sefer çok satılanlardan, çok
bilinenlerden, o çok duyulanlardan ötesini görürsünüz. Hem sonuçta hayat
herkesle aynı tecrübeyi yaşamak için biraz fazla kısa değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder