Colette.
İlk başta, sadece bir köylü kızı Colette. Willy adında bir
adamla evlenmek üzere. Paris’te yaşayan ve yazarlık yapan bu adam; dışadönük,
insanlarla konuşmasını ve onları eğlendirmesini bilen ve bu yüzden sevilen,
çapkın bir adam. Willy’nin aksine ise Colette’in oldukça sakin bir yapısı var.
Paris’in görkemiyle değil, köyün getirdiği sadelikle büyümüş. Belki de bu
yüzden, annesi Colette’in evliliğine karşı düşünceli. “Onu anlamayacak diye endişeleniyorum.” diyor bir keresinde. Ve
belki de Colette’i de etkileyen bir yanı var annesinin. Gitmek istedikleri bir
tiyatroya karşı Willy’nin beğenmediğini ve gitmeye zahmet etmemelerini
söylemesine, “Belki giderim ve kendi
kararımı kendim veririm.” diyen bir kadın bu.
Colette de belki bu yüzden, kendi kararlarını almayı
sürdürüyor. Örneğin Paris’te gidilecek olan bir etkinliğe, Willy’nin 267 franka
aldığı elbiseyle gitmek yerine kendi elbisesiyle gidiyor. Ne de olsa o elbise
korse gerektiren, “Willy’nin beğendiği” bir elbise. Colette’in tercihi değil. Ve
Colette oraya kendi elbisesiyle gidiyor, üstünde diş macunu lekesi olan bu
elbisenin kirini tükürüğüyle çıkarmaya çalışıyor hatta. Ve tabii bu seçiminin
doğal bir sonucu olarak Colette, o etkinlikte yargılanıyor, Willy’nin yetim bir
akrabası olduğu sanılıyor. Burada, oraya ait olmadığı iması var. Çünkü ne de
olsa bu insanlar, kaplumbağaları bile süsleyen, Colette’in tabiriyle sığ
insanlar. O gecenin bitiminde, geçirilen saatleri, “Kaplumbağayı sevdim.” diye yorumluyor Colette. ”Galiba benim kadar o da sıkılmıştı.”
Willy diğer taraftan bu gösterişe fazlasıyla uyum sağlayan
biri. Cazibesi ve konuşkanlığıyla sosyetenin gözbebeği kendisi. Bu cazibesini
özellikle kadınlar üzerinde kullanmaktan da çekinmiyor. Fakat küçük flörtler
sonunda bir aldatmaya dönüşüyor. Ve Willy, Colette ile olan yüzleşmesinde
kendini, “Bizler zayıfız, sizin kadar
dayanıklı değiliz. Dürtülerimizin kölesiyiz. Ve bu şehirde bu gayet normal…”
diyerek savunmaya kalkıyor.
Willy ile Colette’in arasındaki ilk kopma da burada baş
gösteriyor. Colette bir süre köye, evine dönüyor. “Hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı.” diyor. Oysa ilk başta Willy
ile çok ama çok mutlu olacaklarından öylesine emindi ki… Bu hayal kırıklığını
annesi gideriyor biraz olsun. “Kimse seni
olduğun kişiden uzaklaştıramaz. Hiç kimse. Bunun için çok güçlüsün.” diyerek
sarılıyor ona. Colette’in gücünün farkında olan ilk kişi annesi belki de.
Aradan geçen kısa bir zaman sonrasında Willy kendini
affettirmeyi başarıyor. Fakat bu sefer Colette daha akıllı. “Bir şeylerin parçası olmak istiyorum. Ev
hanımı gibi davranılmak istemiyorum. Ne olup bitiyor bilmek istiyorum.”
diyor. Eve dönmek için bu şartı sunuyor Willy’e. Ve çift, Paris’teki
yaşamlarına geri dönüyorlar.
Willy, Paris’e dönmekle yazın yaşamına geri döneceğini
de sanıyor. Fakat Willy aslında bir yazar bile değil. Bir sahtekâr. Adına
yayımlanan hikâyeleri başkaları yazıyor. Bir gün aklına gelen roman yazma
fikrini ise, şöyle tanımlıyor Willy, Collette ve kendisini andırırcasına: “Monna. Hayranlarının omuzlarında taşınıyor.
18 yaşında, görkemli, tehlikeli, sokaklardan gelme, erkekleri yakıp yıkıyor,
asla korse giymiyor. Sonrasında, kahramanımız Renaud, bir yazar, bir dahi. Kıza
kapılıyor. Yıkık dökük yerlerde onu baştan çıkarıyor...” Tabii bu sadece bir fikir. Bunları yazacak
olan gerçekten Willy değil. Fakat planladığının aksine ona bunları yazacak olan
her zamanki yazarı Veber olmuyor. Parasını yarışlarda ve gazinolarda
bitirdiğinden, Will’nin Veber’e ödeme yapacak durumu yok artık.
Kim onun için ücretsiz yazar ki? Burada aklına başka
birisi geliyor Willy’nin. Colette! Colette, Willy’e kendi hayatıyla ilgili
anlattığı hikâyeleri bu sefer yazıya dökebilir. Neden yapamasın ki?
Böylece Colette’in yazım serüveni başlıyor. “Düşündüğüm ve hissettiğim her şey o
kitaplardaydı. Onlar benim çocukluğum, benim anılarım, benim düşüncelerim. Her
şeyim.” dediği Claudine serisini yazmaya adım atıyor. Ve Claudine, binlerce
kişi tarafından okunuyor. Özellikle kadınlar tarafından. Kadınlar artık Claudine
karakteri gibi saçlarını kısacık kestirmeye başlıyor bir dönem. Herkesin
dilinde Claudine’in sözleri, herkesin kıyafetlerinde o…
Bundan sonrası daha hızlı ilerliyor. Balolar, partiler,
tanıtımlar, fotoğraf çekimleri… Çiftin girdiği yeni ilişkiler, yeni cinsel
deneyimler… Colette’in gözünü açan şey de bu yeni deneyimlerden Missy oluyor.
Kraliyet ailesinden geldiği için toplum içinde pantolon giyebilen bir kadın
Missy. Baskıya karşı koymasını biliyor. Bir gün Colette’e, Willy için, “Sana
bağladığı uzun bir tasma ama yine de bir tasma.” diyor. Haklı da. Her ne kadar
Willy ona ilişki içerisinde birçok özgürlük sunmuş olsa da, hâlâ Colette’in en
basit hakkını elinden alıyor. Yazdıklarını sahiplenme hakkını. Colette’in
yazdığı şeyleri kendi adı altında yayınlamasına izin vermiyor, çünkü ona göre
bu bir işbirliği. Ona göre bir yazarın editörü olmak, yazarla ortak olmak
demek. Daha sonra Colette ve Willy’nin girdiği gerçek yazarın kim olduğuna dair
mücadeleyi Colette’in kazanmasından çok önce böyle düşünüyor işte Willy. Hatta bu düşüncesinden öyle emin ki Claudine serisinin telif haklarını Colette’e sormadan satma hakkını
görüyor kendinde.
Bu hareket, Colette için bardağı taşıran son damla
oluyor. Son konuşmalarında Willy’nin yüzüne şunları haykırıyor Colette: “Yalnız kaldığımda düşündüm de, sana kölelik
etmekten, seni memnun etmek için yazıp durmaktan, bütün bunlardan dolayı
kendimden utanıyorum. Ama yine de buna mecbur olduğumu sen de biliyordun ben
de. Hiçbir şeyi bilmezken bulmuştun beni. Kendi isteklerin doğrultusunda bana
şekil verdin. Ve asla bundan kurtulup özgür olamam sandın. Haksız çıktın.
Claudine artık öldü. Gitti. Ve ben artık Claudine kalıbını aştım.”
Bundan sonra bir daha konuşmuyor ikili. Ve Claudine, “O insanlar beni korkutamaz. Bak, titriyor
muyum? Bunun peşini bırakmayacağım çünkü yapmak istiyorum. Ve eğer Paris beni
istemiyorsa öyle olsun. Hayatıma başka yerde devam ederim.” diyerek
savunduğu yaşam tarzını sonuna kadar yaşıyor. Zaten yaşlandığında da şunları
söylüyor: “Nasıl harika bir hayat yaşadım.
Sadece bunu daha önce fark etmiş olmayı dilerdim.”
Bir kadının, bir yazarın kendi sesini bulmasının
hikâyesi bu. Kısıtlanmalara, küçük görülmelere, yuhalanmalara rağmen kendi
sesini bulan ve o sesi koruyan birinin hikâyesi bu. Böyle bir kadın Colette. Bu
yüzden de belki sesinizi kaybettiğinizi düşündüğünüz zamanlarda size el
uzatabilir, onu bulmanın ne kadar zor ama ne kadar kıymetli olduğunu
fısıldayabilir kulaklarınıza.
Ne de olsa günün sonunda bizi kendimize getiren hep o
fısıltı değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder