30 Haziran 2019 Pazar

Bir Sanatçı Olarak Mükemmeliyetçi Olmak




Jackson Pollock, No. 5, 1948


Mükemmeliyetçi, herhangi bir alanda mükemmel olma yolunda aşırı çaba sarf eden kişi, demek TDK’nin tanımına göre ve aslında uzaktan bakıldığında çok da asil bir çaba gibi geliyor bu. Mükemmel olanı yaratmak! Fakat bana öyle geliyor ki mükemmeliyetçi olmak, derinlere inildiğinde, asil olmaktan çok uzak. Bana öyle geliyor ki, mükemmeliyetçilik, insanı yiyip bitiren bir kanser. Hatta öyle bir kanser ki bu, çoğu zaman tanımında olan “aşırı çaba”nın karşılığını bile veremiyor. Çünkü bir kere mükemmel olma baskısı insanı o an öyle aciz kılıyor ki, parmağınızı bile kıpırdatamayacak bir konuma geliyorsunuz. Ortaya kötü bir şey çıkarmaktan öyle korkuyorsunuz ki, bir kutuda kapalı kalmışsınız gibi yaşamaya başlıyorsunuz. Yanlış bir şey söylemekten korkar halde susup kalıyor, düşme korkusuyla adım atamıyorsunuz.


Normal insanlar için bile katlanılamaz olan bu durum, bir sanatçının elinde iyiden iyiye kontrolden çıkıyor. Çünkü işiniz bir şeyler üretmek, bir şeyler ortaya koymak. Fakat mükemmel olamamaktan öylesine korkuyorsunuz ki tek satır yazamıyor, tek nota çalamıyorsunuz.

Peki, nedir bizi paralize eden bu mükemmelliğe ulaşma duygusu? Kökeni nedir, neden olur? Tahminim, insanı harekete geçiren ya da olduğu yerde donmasını sağlayan tek bir duygu üzerine. Korku. Eleştirilme korkusu. Kabul edilmeme korkusu. Dışlanma korkusu. Bu korku özellikle biz sanatçılarda öyle büyüyor ki, uzun bir süre ortaya yeni bir şey koyamıyoruz. Yeni bir şeyler söyleyemiyoruz. Ya beğenilmezsek, ya acımasızca eleştirilirsek, ya… Bir sürü kıyamet senaryosu. Öyle ki, hiçbir şey söylememek, hiçbir şey üretmemek daha katlanılabilir kılıyor hayatı.

Ama mükemmele ulaşmak, yani kimse tarafından eleştirilmeyeceğin noktada bir mükemmelliğe ulaşmak mümkün değil, değil mi? Çünkü herkes farklı ve herkesi memnun etmenin hiçbir yolu yok. Mükemmeliyetçi olmanın asıl sorunu da bu zaten. Bizi, yapabileceğimiz en iyi şeyi yapmaya itmiyor aslında, bizi, herkesi memnun etmeye itiyor. Fakat doğrusu, kafamızda geçen onca konuşmayı, onca fikri birilerine anlatmak için mükemmel olmalarını beklememiz gerekmediği. Bizim sadece anlatmamız gerekiyor, konuşmamız, yazmamız… İçimizden geldiği gibi. Çünkü her zaman bir yerlerde en iyi hâlimizi bile eleştiren insanlar olacağı gibi, en kötü hâlimize hayran olacak insanlar da olacak. Sırf biz yazdık diye ya da sırf bizim hissettiklerimizi hissediyorlar diye. Ve en büyük hediye de bu. Eleştirilmemek değil fakat eleştirinin gözlerinin içine korkusuzca bakarak, kendi insanlarını bulacağın umuduyla üretmeye devam etmek. Bir gün, dünyanın öteki ucunda, belki sen öldükten yüzyıllar sonra bile, birinin senin yazdıklarına, senin şarkılarına, senin çalışına güleceği, ağlayacağı, saatlerce düşüncelere dalacağı, belki sırf onlar yüzünden hayatını değiştireceği gerçeği. Bütün bunlar en acımasız eleştirilere bile göğüs germeye değmez mi? Bütün bunlar, sizden etkilenecek tek bir kişi bile olsa, tüm dünyaya karşı hikâyelerinizi anlatmanıza, içinizdekileri söylemeye değmez mi? Birine, sadece birine olsun, zamanın ve mesafelerin çok ötesinden sarılmaya, birinin onu anladığını hissettirmeye değmez mi? Bence en çok da buna değer üretmek. İçinizdeki en acımasız eleştirmene karşı da, tüm dünyaya karşı da üretmek, yalnızca ve yalnızca bunun içindir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder