Jackson Pollock, No. 5, 1948
Mükemmeliyetçi, herhangi bir alanda mükemmel olma
yolunda aşırı çaba sarf eden kişi, demek TDK’nin tanımına göre ve aslında
uzaktan bakıldığında çok da asil bir çaba gibi geliyor bu. Mükemmel olanı
yaratmak! Fakat bana öyle geliyor ki mükemmeliyetçi olmak, derinlere
inildiğinde, asil olmaktan çok uzak. Bana öyle geliyor ki, mükemmeliyetçilik, insanı
yiyip bitiren bir kanser. Hatta öyle bir kanser ki bu, çoğu zaman tanımında
olan “aşırı çaba”nın karşılığını bile veremiyor. Çünkü bir kere mükemmel olma
baskısı insanı o an öyle aciz kılıyor ki, parmağınızı bile kıpırdatamayacak bir
konuma geliyorsunuz. Ortaya kötü bir şey çıkarmaktan öyle korkuyorsunuz ki, bir
kutuda kapalı kalmışsınız gibi yaşamaya başlıyorsunuz. Yanlış bir şey
söylemekten korkar halde susup kalıyor, düşme korkusuyla adım atamıyorsunuz.
Normal insanlar için bile katlanılamaz olan bu durum,
bir sanatçının elinde iyiden iyiye kontrolden çıkıyor. Çünkü işiniz bir şeyler
üretmek, bir şeyler ortaya koymak. Fakat mükemmel olamamaktan öylesine korkuyorsunuz
ki tek satır yazamıyor, tek nota çalamıyorsunuz.
Peki, nedir bizi paralize eden bu mükemmelliğe ulaşma
duygusu? Kökeni nedir, neden olur? Tahminim, insanı harekete geçiren ya da
olduğu yerde donmasını sağlayan tek bir duygu üzerine. Korku. Eleştirilme
korkusu. Kabul edilmeme korkusu. Dışlanma korkusu. Bu korku özellikle biz
sanatçılarda öyle büyüyor ki, uzun bir süre ortaya yeni bir şey koyamıyoruz.
Yeni bir şeyler söyleyemiyoruz. Ya beğenilmezsek, ya acımasızca eleştirilirsek,
ya… Bir sürü kıyamet senaryosu. Öyle ki, hiçbir şey söylememek, hiçbir şey
üretmemek daha katlanılabilir kılıyor hayatı.
Ama mükemmele ulaşmak, yani kimse tarafından
eleştirilmeyeceğin noktada bir mükemmelliğe ulaşmak mümkün değil, değil mi?
Çünkü herkes farklı ve herkesi memnun etmenin hiçbir yolu yok. Mükemmeliyetçi
olmanın asıl sorunu da bu zaten. Bizi, yapabileceğimiz en iyi şeyi yapmaya
itmiyor aslında, bizi, herkesi memnun etmeye itiyor. Fakat doğrusu, kafamızda
geçen onca konuşmayı, onca fikri birilerine anlatmak için mükemmel olmalarını
beklememiz gerekmediği. Bizim sadece anlatmamız gerekiyor, konuşmamız,
yazmamız… İçimizden geldiği gibi. Çünkü her zaman bir yerlerde en iyi hâlimizi
bile eleştiren insanlar olacağı gibi, en kötü hâlimize hayran olacak insanlar
da olacak. Sırf biz yazdık diye ya da sırf bizim hissettiklerimizi
hissediyorlar diye. Ve en büyük hediye de bu. Eleştirilmemek değil fakat
eleştirinin gözlerinin içine korkusuzca bakarak, kendi insanlarını bulacağın
umuduyla üretmeye devam etmek. Bir gün, dünyanın öteki ucunda, belki sen
öldükten yüzyıllar sonra bile, birinin senin yazdıklarına, senin şarkılarına,
senin çalışına güleceği, ağlayacağı, saatlerce düşüncelere dalacağı, belki sırf
onlar yüzünden hayatını değiştireceği gerçeği. Bütün bunlar en acımasız eleştirilere
bile göğüs germeye değmez mi? Bütün bunlar, sizden etkilenecek tek bir kişi
bile olsa, tüm dünyaya karşı hikâyelerinizi anlatmanıza, içinizdekileri
söylemeye değmez mi? Birine, sadece birine olsun, zamanın ve mesafelerin çok
ötesinden sarılmaya, birinin onu anladığını hissettirmeye değmez mi? Bence en
çok da buna değer üretmek. İçinizdeki en acımasız eleştirmene karşı da, tüm
dünyaya karşı da üretmek, yalnızca ve yalnızca bunun içindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder